30 Aralık 2008 Salı

2009, beni yorma!

2008 yili icinde yapilacaklar listesi hazirlamistim. listede uzerini cizdiklerim de var, degil yapmak yanindan gecmediklerim de.

yeni sene degisim getirecek. bunu gorebiliyorum. bu sefer onumde bir listem yok. ama ne istedigimi biliyorum. bu yuzden de huzurluyum.

cok sukur arsiz insanlardan olmadim hic. onu bunu istiyorum deyip isteklerim olmadiginda etrafimdakileri rahatsiz etmedim. arsiz-ac insandir beni en cok rahatsiz eden. neye sahip olduguna degil de neye sahip olmadigina odaklanan ve hep isteyen... bir kimlik sahibi olmak icin surekli ugrasan, etrafiyla rekabet eden, didinen ama icini bos birakan...

su an Elvan Demirkan'in bir kitabini okuyorum. kitapta soruyor; "hayatinizda yapmak istediginiz degisiklikler icteki huzursuzlugunuzu ozgurluge mi donusturecek, yoksa surekli isteyen, doyumsuz egonuzu tatmin etmek icin mi?"

ne kadar dogru bir soru. istekler bitmez. ama istedigin seyin neye hizmet edecegini bilmek cok onemli. egomu tatmin etmek icin diyorsan bunun cozumu arabayi degistirmek ya da daha buyuk bir eve tasinmak degil. ruh, gonul ya da kimlik, parayla satin alinanlarla dolmuyor. degisim evet lazim ama yaniltici bir ugrasa donustugu zaman sadece zaman ve para kaybi.

"korkudan, hirstan, asilsizliktan sizi kurtarmayacak bir degisim tatmin etmez. ayrica degisim kendinize ve baskalarina daha sefkatli yaklasmaniza yol acmiyorsa sadece enerji kaybidir".

dilerim yeni yil guzel degisimler getirsin. hep iyilik guzellik istiyoruz da herseyin istedigimiz gibi olmasina olanak yok. muhakkak ufak tefek hayal kirikliklari yeni yilda, daha sonraki yillarda ve yasadigimiz surece olacak. onemli olan, bunlarin hayat kosullarindan kaynaklanan gecici mutsuzluklar oldugunu bilmek ve bunlarin altinda daha derinlerde bir yerde kendi ic huzurumuzu bu geciciliklerden ayird edebilmek.

dilerim kendimize yaptigimiz baskiyi hafiflettigimiz, daha hosgorulu, kendimizi ve sartlarimizi kabul edebildigimiz guzel bir yil olsun 2009.

25 Aralık 2008 Perşembe

soguk...

bazi bilimadamlari, yalnizlik ve usumek arasinda bir baglanti oldugunu savunur.

yalnizlik cekenleri ya da kendilerini yalniz hissedenleri, yalnizlik cekmeyenlerle ayni ortama koymuslar ve ayni kosullar altinda yalniz insanlarin usumeye daha meyilli olduklarini gozlemlemisler.

bir de Lonely This Christmas sarkisi vardir, yine yalnizlik ve soguk iliskisi kuran.

"bu Christmas yalniz gececek, yalniz ve soguk" diyen.

Christmas tatili basladi bir yerlerde. dilerim kimse usumesin.

8 Aralık 2008 Pazartesi

sarkiyi degistireyim diyorum, ama elim gitmiyor.. her defasinda ne de guzel bagiriyor aysem diye dusunuyorum.

bugun guzel bir soz okudum ve gulumsedim. diyordu ki:

"Mevlana degilim. Adam olun oyle gelin"

:))

28 Kasım 2008 Cuma

bazen tek bir hareket yeter...

bazi seyler vardir, aradan ne kadar zaman gecerse gecsin, sevilmeye deger...

bazi seyler vardir, tek bir sebepten sevmeye deger...

bazi seyler vardir, kosullar nasil degisirse degissin, araya neler girerse girsin, kalbinde yer edinen...

ornegin,

  • ortaokul ve lise arkadasim Beste; abimin zaturreden hastaneye yatirilacagi gunun sabahi ben sinifta aglarken hic bir sey sorup etmeden gelip boynuma simsiki sarildigi icin...
  • Kirac; sirf, sevdigi kadina yazdigi sarkida, bagira bagira "Aysem Aysem Aysem... gurbetten donusum Aysem, yolun ecelimdir Aysem" diyebildigi icin...
  • abim, yere dokulen bezelyeleri sahiplendigi icin...

sirf bunlar tek basina yeterlidir birini sevmeye. aradan ne kadar zaman gecerse gecsin, bu anilari icinde tasirsin, cunku bir kere kalbine dokunmuslardir.

sizin de var mi boyle, tek bir hareketiyle, sonsuza dek kontrat imzaladiginiz insanlar?

18 Kasım 2008 Salı

CEM MUMCU'dan

"Sana yazsam okuyabilecek misin? Zihnin, binlercesiyle doluyken, benim sesimi içine alabilecek bir sessizlikte, bir an olsun durabilecek mi? İçimi görebilecek misin? Sana eksik olduğunu sürekli hatırlatan ama eksiğinin aslında ne olduğunu unutturan bu sahte cümbüşün ortasında, sahici bir ses ayırt edebilecek misin? Bazen o kadar derinden gelirken sesin, niye sonra yüzeye çıkıyorsun? Uzak kalıyorsun, küçük, cılız kalıyorsun. Belki korkuyorsun. Benden mi? Ya da diğerlerinden mi? Burada benimle olanın 'adı' yok biliyorsun. Üstüne düşecek çiy tanesinin soğukluğundan sorumluyum, bakışının kırılmasından, dudaklarına değen parmak uçlarından sorumluyum. Sense hâlâ tarifler yapıyorsun. Yapmasan keşke. Yapmasan... Bense gülüyorum, acıyla gülümsüyorum. Fark eder mi ki kim kime aşık? Kim kime dolaşık? Bu karmakarışık sarmaşık... Kökü bende, dalları sende, suyu bende, yaprakları sende... İstersen kesersin bıçak gibi bir sözünle...


Ama sen yine yalanlara kanacaksın. Bunu sırf korkundan yapacaksın. Sana korkmayı, sana savunmayı, sana kaçmayı, sana saklanmayı, sana hesabı, sana tedbiri salık verecekler çünkü biteviye. Bütün bunlar için daha fazla kendinden uzaklaşman, daha fazla yalnızlaşman gerekecek. O zaman daha da fazla bana ihtiyaç duyacaksın ama benim ben olduğuma hiç ikna olmayacaksın. Hep tamlığı arayacaksın yine. İnanmadan, emin olmadan arayıp duracaksın. Onu senin, bizzat 'kendi'nin, hemen şimdi yapmaktan başka şansın yokken, arayıp bulacağını umut edeceksin. Kaybetmekten korktukça, kaybetmekten korktuğun şeyler edineceksin. Hep daha çok kaybedecek şeyin olacak sahip oldukça. Daha da güçsüzleşeceksin... ... Sen bendeki eksiğine, ben sendeki noksanıma bu kadar muhtaçken ve bu bizi aç, bu bizi arzulu, bu bizi coşkulu kılarken; sen sonsuz bir tokluğa mahkum ederken bizi, yeniden aç olmayı özleyeceğiz. Ve sen başka bir eksiğin, ben başka bir noksanın peşine düşeceğiz belki de..."

8 Kasım 2008 Cumartesi

Mutluluk

Televizyonda CSI'yi seyrediyorduk. universiteli ya da is guc sahibi bir grup genc, toplanip ara sokaklarda yakaladiklari insanlari dovuyorlar. iclerinden oyle geldigi icin. Bunu yaparken de vicdanlari rahat. Cunku gunumuz toplumunun bize asiladigi, hayati gonlumuzce, icimizden o an geldigi gibi sorgulamadan yasamak ve davranislarimizdan pismanlik duymamak. Sadece yasamak.

Gonlunden geldigi gibi yasamakla gelir mi mutluluk? Alain de Botton'un karakterlerinden Alice, mutlulugu, bir acinin yoklugu olarak tanimlar. bu mutlulugun biraz karamsar bir tanimi. cunku pekala mutluluk bir hazzin varligi da olabilir. bu haz kisa sureli birsey de olabilir, mesela bir cikolata boyunca suren haz; daha uzun sureli de olabilir, sevdiklerinizle birlikte olmaktan duydugunuz haz. ikisi de birbirinden cok farkli haz kaynaklari, ikisinin de sebep oldugu mutluluk farkli. biri anlik bir mutluluk, digeri ise daha uzun sureli bir mutluluk getirir.

Insanin her istedigi seye sahip olmasi ya da her istedigini yapabilmesi midir mutluluk? Bunlarla alakalidir ama butunuyle bunlarla ilgili olamaz. seni mutlu edecek bir seye sahip olmak icin gece gunduz calisirsin ve hayat o an cilekestir. onu elde edersin ve o an hayat guzel olur... ta ki sen o seye alisincaya ve bir sure sonra o da digerleri gibi oluncaya kadar. ve bundan sonra yine mutlu olabilmek icin yeni bir oyuncaga ihtiyac duyarsin.

hayat anlardan olusan bir butunse sayet, mutluluk dedigimiz sey ’su ana’ sigdirilacak kadar sig olabilir mi?

Hayat sadece su an degildir cunku gecmis yok olup gitmez. Zihnimizde kalir, anilarda, fotograf albumlerinde kalir, dost sohbetlerinde, aile meclislerinde sandiktan cikarilip tekrar tekrar anlatilir. Bu hikayelerin ve gelecek hayallerinin butunudur hayat. bir dostla muhabbeti guzel kilan, yillar yillar oncesine dayanan anilarin ortaya cikarilip konusulmasi, ve o gunku coskunun yeniden yasanabilmesidir. 50 yildir ayni yastiga bas koyan bir ciftin muhabbetininin derinligi, paylastiklari hayatta pek cok seye birlikte gogus germis olmalari ve simdi birlikte hatirlayacak cok seyleri olmasidir. aci anilari hatirlarken bile 'ne gunler gecirdik' diyebilmektir. benim icin bu lafi edebilmek bile bir mutluluk kaynagidir. hatta bu tur bir mutlulugun guzel bir anlami vardir.

Belki de yanlis olan, mutlulugu bu denli hayatin merkezine oturtmak. Yok, bu yanlis oldu. Soyle duzelteyim. Belki, mutluluk disindaki duygulari bu denli dislamaktir yanlis olan. Bunca duygu varken (sevgi, nefret, ask, uzuntu, huzur, sevkat, aci, endise, minnet, vefa, hayalkirikligi, kuskunluk, dusmanlik, kiskanclik...), hayati sirf zevk almak ve mutlulukla kisitlamaya calismaktir belki bizi mutsuz eden. Cunku hayat bunlardan yalnizca biri olamayacak kadar komplike, surprizlerle dolu ve degisken.

Bildigimiz tek sey mutlulugun, acinin ve tum diger duygularin sonsuz olmadigi ise, o zaman belki de dogrusu insana dair ne kadar duygu varsa kabul edebilmektir. Yeri geldi mi sevinci, yeri geldi mi aciyi, endiseyi kabul etmeyi bilmektir.

Sevgiliniz, cocugunuz, anne-babaniz, dostlariniz icin endiselenirken, ’hayatimda, onlar icin endiselenecek kadar sevdigim insanlar var, cok sukur' diyebilmektir.

Soylemesi yapmasindan kolay, biliyorum. mukemmel olmayanin (sisman, cirkin, selulitli, dar butceli, kemerli burunlu, kisa boylu vs.) hor goruldugu bugun, mutlu olmak zor. iste tam da bu yuzden, mutluluk orada burada, sunda bunda, disarida bir yerde degil. icimizde, tavirlarimizdadir. mutluluk hayata bakis acimizdir.

.........

cagan irmak'in Issiz Adam'i gosterime girmis bugun. fragmanini izledim. heyecanla bekliyorum izleyebilecegim gunu.

.........

neden mi bu kadar ara verdim yazmaya? mutsuzdum. henuz gecmedi. ama toparlarim.

12 Eylül 2008 Cuma

gunun anlam ve onemine dair...

biz hic de geleneksek kaliplara uyan bir kari-koca olmadik. bu iyi ya da kotu bilemiyorum, ama seviyoruz biz, bize verilen kaliplara gore degil de icinde bulundugumuz kosullara gore yasamayi. bir de her zaman elde degil ki, sartlar neyi gerektiriyorsa onu yasiyorsun iste. bu yuzden zaman gelir, ozellikle de yabanci bir ulkede yasiyor olmamizdan, fazla yapisik oluruz, ama zaman gelir ayri kalmak, ayri ayri yolculuk etmek zorunda kaliriz.

insan birini sevdigini, en cok ondan ayri kalinca anliyor. etrafin sessizligi, koltugun bos olusu, masadaki tek tabak feci can acitir. ve iste o an, ona kizdigin tum zamanlar, uzerine kavga ettiginiz her sey, onu kirmana sebep her sey onemini yitirir. onun yoklugu ogretir insana.

sevgilinin yoklugunu benim icin en gercek cemal sureya anlatir:

sevgilim, ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket sigara
hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
'ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz'
çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
o gülün yüzü gülmüyor sensiz
o köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
hepten hüzünlü bu günlerde
gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
masada tabaklar neşesiz
koridor ıssız
banyoda havlular yalnız
mutfak dersen, derbeder ve pis
çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
vantilatör soluksuz
halılar tozlu
giysilerim gardropda ve şurda burda
memo'nun oyuncak sepeti uykularda
mavi gece lambası hevessiz
kapı diyor ki, "açın beni, kapayın beni"
perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
radyo desen sessiz
tabure sandalyalardan çekiniyor
küçük oda karanlık ve ıssız
her şey seni bekliyor, her şey gelmeni
içeri girmeni
senin elinin değmesini
gözünün dokunmasını
ve her şey tekrarlıyor
seni nice sevdiğimi.


yukaridaki 'ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz' dizesi, benim icin, ayri kalmanin en zor nedenidir. 'o simdi burada olsaydi soyle derdi' dusuncesidir ayriligi zor kilan. anilar/yasanmisliklardir ayriligi zorlastiran. ve yine anilar, birlikte gecirilen zamanlarin guzelligidir, sevgiyi percinleyen. bu nedenle anilar ve gecmis degerlidir benim icin. cemal sureya'nin baska bir siirde soylediklerini de en cok bu yuzden begenirim:

aşkı anılar besliyor düşler kadar
bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
sevgi eskidikçe sevgi.


birlikte gecirdigimiz senelerin tum anilarini ve seni cok seviyorum sevgilim.

7 Eylül 2008 Pazar

Turk kahvesi, incir kurusu, lokum, knorr'un yoresel Turk corbalari, Orhan Pamuk kitaplari ile dolu bavulum ve bronzlasmis tenimle geri doneli tam 10 gun oldu.

gitmeden once 'fazla uzun bir tatil plani oldu bu' gibi endiseler vardi, evet. donus yolunda ise 'Ramazan ve bayram tatili boyunca da kalsa miydim' gibi acabalarla doluydu aklim, gozyasi akmaya hazir beklerken gozlerimde.

ogle vaktine dek suren uzun kahvaltilar, gec kahvaltilardan dolayi 12'lere aksayan 11 kahveleri, deniz-gunes-kum, poyraz-lodos, kavun-karpuz, ay cekirdegi, haslanmis misir, ancak gunes battiktan sonra icilen taze cay... koca bir tatilin ozeti bu iste.

gunler sayili olunca o koca 50 gun, ayni 15 gunluk tatillerin agizda biraktigi yarim bir tadla bitti. 20 gunu Istanbul'da, geri kalani ise kuzey Ege'de gecti. Istanbul'da gecirdigim gunler tatilin basi ve sonu olmak uzere ikiye bolununce, ne sehrin trafiginden, ne kesmekesinden, ne de sicagindan bunalmaya vakit kaldi. kalabaliklarin icine de pek dalmadigimi bilerek okuyun su soyleyecegimi:

memleket pek bir guzel arkadas.

fondaki Ezginin Gunlugu'ne ait sarki oyle demese de, pek sevdigim bir sarkidir. gurbet sarkisi oldugundan da duruma uygundur.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

icinden gemiler gecen sehirde

uzun kahvaltilarin, sen sakrak sohbetlerin ve kirazin dibine vuruyorum.

icim disim kiraz. hayat ne zor be more...

8 Temmuz 2008 Salı

mekan degisikligi

sevgili blog,

ben istanbul'a gidiyorum :))))

tatile gidiyorum demeye dilim varmiyor cunku gittigim yere kitaplarimi, notlarimi da goturuyorum. hala hazirlamakla mesgul oldugum bavulumun yarisi kitaplar ve kagitlarla dolu. orada calisabilecegimi dusunerek oldukca hayalperest biri gibi gorundugumun farkindayim. hatta ben bunu daha onceleri de denedim ve ancak ajdar'in muzik hayatinda elde ettigi basari kadar basarili oldum. ama yok bu sefer gercekten calismam gerek. annem pek hoslanmayacak bu durumdan ama kimse kusura bakmasin.

yolculuk oncesi sendromu sIkca olur bende sevgili blog, su an oldugu gibi. biletimi aldigim sirada herkesi cok ozlemistim ve tatil suresini olabildigince uzun tutmaya calismistim. ama simdi daha farkli bir ruh hali icindeyim ve ben ne halt ettim diye hayiflaniyorum. su an agir basan duygu, ayrilik huznu. ben ne zaman bir mekandan ayrilmak uzere olsam (1 hafta gibi kisa bir sureligine bile olsa), o mekana daha bir baglanirim. su an evime, calisma masama, kutuphaneme, bahceme bakiyorum ve onlari birakiyor oldugum icin huzunleniyorum (feci baglanirim ben).

ama ayni duygulari buraya donmek uzere istanbul'dan ayrilirken de yasayacagim, adim gibi biliyorum. oradaki herseye, herkese yeniden oyle bir alisacagim ki, birakip gelmek istemeyecegim. neyse ki bu durum sadece yolculuk oncesi surer. gidecegim yere bir vardim mi, alisirim herseye. gunesi gorup gunese tapma, ayi gorup aya tapma deyisi vardir, aradaki baglantiyi kurmussundur umarim sevgili blog.

tatil suresince simdilik ufukta bir dugun, ankara'ya bir is ve bir canarkadas ziyareti, istanbul'da bolca kosusturmaca ve hepsinin ardindan denizi guzel bir yerde ders calisma cabalari gorunuyor.

tatil cok yorucu gececek sevgili blog. aklima gelmisken, vitamin haplarini da koyalim bavula.

30 Haziran 2008 Pazartesi

nerede kalmistik?

evime dondum. okul ziyareti iyi gecti. hatta oyle iyi gecti ki uzerime bir rahatlik geldi, ki gelmemesi gerekir. benim yaz-maz demeden ayni tempoda ders calismam gerekir.

avrupa kupasi iyi oyaladi bizi. son macimizi burada, norvec'te izledim. ingiltere'den ayrilirken, maclari birlikte seyrettigim (ve son iki yazida bahsettigim) grubumuz benim zinciri kirdigimi, bunun bizim takim icin iyi olmayabilecegini soyluyordu. yarattigimiz ucube inanclarin takima sans getirdigine o kadar inanmistik ki, benim de icimde bir burukluk olusmustu, turnuva bitmeden donuyor oldugum icin. ve burada seyrettigim ilk macta yenilince biz, kendimi oldukca kotu hissettim. benim yuzumden kaybettigimizi dusunmuyorum tabi, o kadar manyak degilim cok sukur. ama acaba ingiltere'deki arkadas grubumla birlikte seyretseydim sonuc farkli olur muydu diye icimden gecirmiyor degilim (belki de o kadar manyagimdir, bilemiyorum).

avrupa kupasi davasi iyi oyalamis, hayatimiza renk katmisti. ne guzel bir ortamdi, degil mi? yarattigi o birliktelik duygusu... uzak ya da yakinken bile bir yerlerde birileriyle tek yurek oldugunu hissetmek, ayni seyi istemek, ayni sey icin sevinmek... bir yerlerde koklerinin oldugunu hissetmek. bir yere ait hissetmek.

oyle ince cizgi ki aradaki: birincisi, bir yere ait hissetmek ve aidiyetini sevmek. ikincisi, bir yere ait hissetmek ve aidiyetinle gurur duyup kendini digerlerinden ustun gormek. ikisi de birbirinden dunyalar kadar fakli ama bir o kadar kolay karistirilabilir duygular.

bu konulara daha derinlemesine girme niyetim var ama benim simdi onu bunu birakip ders programima geri donmem gerekiyor. ama bu guzel havalarda oyle zor ki... yani gidip mutfaga manti acmaya bile niyetim var, sirf dersi ertelemek icin. o kadar yani.

bir de Sansévérino calarken kafayi toplayabilmek ne mumkun. insanin icinden sadece kalkip dans edesi geliyor. dylala lalalalala...

21 Haziran 2008 Cumartesi

kirmiziiii...

hocalarimla gorusmek icin geldigim okulumda gunlerimiz futbolla gecer oldu. bir onceki yaziyi da dusununce futbol yazari gibi hissediyorum kendimi. ama yasadiklarimiz her gun yasanan seyler degil ve benim icimden baska bir seyden bahsetmek gelmiyor. universite doneminde 'spor yazarligi' dersimiz vardi ve ben bu dersin hep gereksiz oldugunu dusunurdum, en azindan benim icin. nereden bileyim gunun birinde futbol yazari da olacagimi.

hirvatistan macini yine kampuste izledik, ayni kadro ile: 3 Turk kizi ve etrafinda Yunan, Italyan, Sloven arkadaslar, ve karsi taraf, ve tarafsiz olan ingiliz cogunluk.

soylemeye gerek var mi, yine muthis bir gece gecirdik. mac boyunca tezahuratlarimiz dinmedi. bir gun onceden Sloven arkadasa da ogretmis ve provasini yapmistik. biz kirmizi deyince o 'beyaz', biz en buyuk deyince o 'Turkiye' diye bagiriyordu. ilk baslarda beyaz yerine beyaaat diye bagiriyordu, ama sonra sonra ogrendi :)

bir sure sonra Yunan arkadaslar da eslik edebiliyorlardi, dillerinin dondugunce. ayrica onlar da 'Turkey' diye degil de, bizim gibi 'Turkiye' diye bagirmaya basladilar. hele bir tanesi oyle bir atesli taraftar olup cikti ki, bizim oyunculara faul yapildiginda ve hakem gormezden geldiginde o da ayaga kalkip hakeme bagiriyordu.

kesinlikle etrafimizdakilere bulasan bir enerjimiz var. sanirim en onemlisi, biz isi hic milliyetcilik boyutlarina tasimiyoruz. bayrak olsa da yanimizda, o bayrak elden ele dolasiyor, Sloven arkadas da takiyor. isi Turkluge vardirmadigimiz icin, amacin eglence oldugunu unutmadigimiz icin, ve gol yedikten az sonra da toparlanip gulebildigimiz icin, digerleri de katilabiliyor bizim eglencemize. Yunan arkadaslarin sevincimize ortak olmasi da bu sekilde oldu.

120. dakikanin ve penaltilarin sonunda hepimiz sevgi yumagi olmus, havalarda zipliyor, cigliklar atiyorduk. en atesli Yunan arkadasimiz almis Turk bayragini, elinde salliyordu.

eve geldigimizde benim ses kisilmisti. ve hepimiz, sanki sahada 2 saat boyunca biz kosmusuz gibi yorgunduk. sabah uyandik, yan odadan bir ses: kirmiziiii. biz cevap verdik: beyaaaaz.

16 Haziran 2008 Pazartesi

yaban ellerde Turkiye cigliklari*

2 haftadir evden uzaklardayim yine. okuldayim. benim okulum baska bir ulkede. cogunlukla kendi basima calisiyor, yilin onemli donemlerinde hocalarimla bulusmaya geliyorum okula.

avrupa kupasi basladigindan beri maclari buradaki Turk arkadaslarimla birlikte takip ediyoruz. dunku Turkiye-Cek Cumhuriyeti macini da 3 Turk kizi, kampusun icindeki cafe/pub karisimi yerde, cogunlugu ingiliz, yunan ve italyan olan, karisik bir seyirci toplulugu ile birlikte izledik. etrafimizda bizim arkadasimiz olduklarindan Turkiye'yi destekleyen bir kac kisi de vardi ama seyircinin cogunlugu tarafsizdi ve mac izlemeye gelmisti.

mac bizim acimizdan heyecansiz basladi. Cekler ilk gollerini atinca aramizda kimlerin Cek vatandasi oldugunu da gormus olduk. Sadece bir kisi idi, ve etrafinda cekli olmayan arkadaslari vardi. biz arada bir heyecanlanip bagiriyor olsak da, o, maci gayet sessiz sakin izliyor, sadece gollerde ayaga kalkip uzun uzun alkisliyordu takimini.

2-0'dan sonra bizde moraller bozuldu. bir kac degisiklik yapalim, sansimizi dondurelim dedik (insan bu gibi durumlarda batil inanclara siginiyor). onceki gun ogrenmistik ki, takim bayragini eger bir yabanci giyerse takima sans getirirmis. ikinci yarinin ortalarina dogru bayragi uzerimizden cikarip slovenyali bir arkadasa giydirdik. o bayragi giyer giymez takim buyuk bir gol pozisyonu kacirdi, biz bunu iyiye isaret saydik.

dakikalar geciyor ve biz ah-vah, gitti-mitti derken, ilk golumuz geldi. 3 Turk havalara sicramis, sanki maci almisiz gibi bagrisip kucaklasiyorduk. bir daha gol atar miyiz belli olmaz, o yuzden iyi sevinmek gerekti bu gole.

mac sirasinda 'bi daha, bi daha' tezahurati yapiyorken biz, arkadaki ingiliz kizlar 'bida' ne demek diye sormuslar diger arkadasa. tahmin ediyorum epey bir Turkce kelime kapmislardir dun geceden. neyse, derken ikinci gol gelmez mi? iste burada deliye donduk. ama bagiran sadece bizler degildik. macin kazandigi heyecandan dolayi pub'daki herkes gaza gelmis alkisliyordu. tam mac uzatmaya gidecek, neyse simdilik kurtardik diyorken ucuncu gol geldi ve burada bizde ipler koptu. sevgi yumagi olmus cigliklar atiyorduk. pub'in genelinde cilginca bir hava vardi. cekli arkadasa baktim, kafasini ellerinin ve dizlerinin arasina almis oturuyordu. uzulecek halim yoktu. alti ustu futbol iste...

ama mac boyle bitmedi, biliyorsunuz. biz uzatma dakikalarinin gecmesini bekliyorken, kalecimiz Volkan'in cok yaratici bir hareketiyle soklara girdik. 'nasil, niye yapar' diye agzimiz acik aval aval ekrana bakiyorken, Tuncay'in, kendisinden bir hayli iri olan Volkan'in formasini giymis ve formanin icinde kaybolmus halini gorunce biraz gulduk. guluyoruz ama yuregimiz agzimizda. 'olur mu, atarlar mi simdi Tuncay'a bir gol, aman top kaleye gelmesin' cigliklari icinde bitti mac. mac bitti ama milletin dagilmasi bir yarim saati aldi. cunku konusacak cok sey vardi.

ne macti ama! ve biz 3 Turk, epey bir inletmisiz pub'i. oyle dedi arkadaslar.

bayragi giyip bize sans getiren yabanci arkadas mi? Hirvatistan'la yapacagimiz macta onlari destekleyecekmis, su Dogu Avrupalilar arasindaki dayanismadan dolayi. ne yapacagiz bilmiyorum.

* boyle bir baslik atacagimi ruyamda gorsem inanmazdim.

5 Haziran 2008 Perşembe

30

kucuklugumden beri bir kadin icin en guzel yaslarin 30lu yaslar oldugunu dusundum.

kanimca bu yaslarda bir kadin, artik hayattan ne isteyip istemedigini bilen ve bu farkindalik ile kendinden emin olan kadindir. neyin pesinden kosmak istedigini ve gozune kestirdigini nasil elde edecegini bilir. ve bu ozellikleri ile kiskirtici, bazen de tehlikelidir.

ote yandan edindigi hayat tecrubeleri onu torpulemis ve yumusatmistir. artik daha anlayislidir. merhametlidir. kollari sicak ve sevecen; dokunuslari iyilestirici ve onaricidir. etrafinda donen hayati, dokundugu herseyi guzellestirecek bir isiga sahiptir. bazen yasemin, bazen hanimeli kokuludur.

ayin 1'inden beri google profilimin yas kisminda 30 yaziyor. 20li olmamak garip. agzimdan cikan 30 kelimesi irkilmeme neden oluyor. baskalarinda guzel duruyor da, 30 bende nasil durur henuz idrak edemedim.

ama gecikmeli de olsa bugun hosgeldin dedim 30 yasima.

hosgeldin. guzellestir beni, baskalarini guzellestirdigin gibi. koyuver halemi basima. ben dokunmaya basliyorum, sen guzellestir.

30 Mayıs 2008 Cuma

skal vi gå på slang?

"å gå på slang", norvecce'de, bahcelerden meyve asirma anlamina geliyor. bizim dilimizde ki karsiligi ile meyve agaclarina dalmak.

"skal vi gå på slang?" ise, meyve asirmaya gidelim mi demek.

gecen gun markette cocuklardan biri, bir digerine, "skal vi gå på slang?" diye soruyordu. o gunden beri dusunuyorum, bahcelerden meyve asirmanin bir yasi var midir acaba. simdi biz de cocuklar gibi meyve agaclarina dalsak, bu yasta, bu vaziyette, ayip olur mu? olmasa keske.

dut sevmem. ama sirf dalindan yemek olsun diye, o cocuk arsizligiyla, okul yolundaki dut agacina tirmanip patlayana kadar dut yemisligim vardir. "dut agaci boyunca, dut yemedim doyunca" der turku. oyle de bir ic burkar ki soylerken, insan kucaklar dolusu dut goturmek ister soyleyene, doyunca yiyebilsin ister.

sansli cocuklarmisiz biz. buyuk sehirde yasayip yine de bahcelerden erik, incir, dut asirabilen, agactan doyunca meyve yiyebilen cocuklar. sonra deniz kenarina inip elini yuzunu denizde yikayan cocuklar.

peki gazetelerde okudugum, birbirinin canini acitmayi gectim, anne-babalarini dograyan bu cocuklar kimin cocuklari? onlar da dut agacina dalmis midir, onlar da arkadaslarini suc ustu yakalayip "erige dalan var" diye cigirtkanlik yapmis midir? bir turku dinlerken, cocuklugunun o dut agacina gitmis midir hic?

o turkuyu ve nicelerini bilebilseydi, meyve agaclarina dalabildigi bir cocukluk gecirseydi boyle olmazdi gibi geciyor icimden. boyle olmazdik. boyle kizgin, boyle acimasiz olmazdik, o cocuk safligimizi icimizde saklayabilseydik.

18 Mayıs 2008 Pazar

Guneye yolculuk...


Gecen haftasonu Stavanger'de Mai Jazz haftasiydi. biz de oradaydik. yolculuk uzundu. fotograf cekmek ve gordugumuz guzellikleri seyretmek icin durdukca biz, yol daha da uzadi. festival bahane, manzara sahaneydi.

yol boyunca gorduklerimi ozetleyecek olursam: dag, dere, nehir, fiyort derim.


burasi oldukca daglik bir ulke. e yagan kar da malumunuz. baharda eriyen kar sulari, daglardan atlayip intihar ederken derelere, nehirlere karisiyor, ozellikle baharda gurul gurul akiyor. o kadar cok su vardi ki, hangisi gercek selale, hangisi nehir, dere bilemedim. boyle her cesit akan suyu seyretmekle gecti iste yolculuk.


norvec'te yolculuk ederken ya dag tirmaniyorsunuz/iniyorsunuz ya da vadilerden geciyorsunuz. hiz yapmaya elverisli olmasalar da yollar fena degil. hatta dag yolu olduklarini dusunursek iyi bile diyebiliriz.


fiyortlardan bahsetmemek olur mu? onlar gosterinin bas oyunculariydi. bu nasil bir guzellik. ayni anda hem vahsi, hem sakin. dik ve sert kayaliklar ve aralarinda dingin, duru su. (aksime ise hic bakmadim duru suda. narsist degildim ne de olsa...)


gunes daglarin ardinda kayboluyordu, bizim daha yolumuz vardi oysa.


stavanger'e vardigimizda saat cok gecti. guzel bir uyku ve kahvaltidan sonra guzel bir gune baslayacagimiz belliydi. hava 22 derece, gunes piril pirildi. hareketli deniz kenari, retro dukkanlari ve kafeleri, dogal guzelligi ve jazz festivali ile stavanger'i sevdik biz.





9 Mayıs 2008 Cuma

iyi ki dogdun canim abim!

bu aniyi hatirlar misin, bilmem. cooook kucuktuk. buzdolabini karistirdigim bir aksam, gozum kapagi acilmis bezelye konservesine takilmisti. oynamak amaciyla kucagima almak isterken ben konserveyi, elimden kaymis ve tum bezelye taneleri mutfagin her bir kosesine sacilmisti. ben aglamaya mi baslamistim ki sen gelip 'merak etme, anneme ben yaptim deriz' demistin. annem gelmis, mutfagin her bir kosesindeki bezelye tanelerini gorunce cok sinirlenmisti. ve sen, 'ben yaptim' demistin.

iste o gun bugundur seni cok seviyorum :)

dogum gunun kutlu olsun. iyi ki varsin.

29 Nisan 2008 Salı

Havadan sudan

tabiat karsisinda insan nasil da yenik. yalnizca deprem, sel gibi felaketler degil kastettigim. mevsimin kistan bahara donusumu gibi bizimle alakasi yokmus gibi gorunen bir surecte bile nedendir bunca insanin agiz birligi etmiscesine 'halsizim, yorgunum, isteksizim' demesi.

bahar buralara da gelmis ki cicekler acmis. kapimin yanibasinda acan ve laleye benzeyen ciceklerin ismi ne acaba?

gunler uzadi. sabah 4 gibi gun aydinlanmaya basliyor ve gece 22'de karariyor. havalar 15 derece civarinda seyrediyor. kaskol coktan cikmisti, simdi ise ne olur ne olmaz denilerek cantaya koyulan sapka. dikkat etmeli yine de, bu parlak gunes aldatici. gokyuzu ise masmavi rengi ve beyaz bulutlariyla hep cezbedici. artik kesinlik kazandi, benim bulutlara ve mavi gokyuzune karsi zaafim var. bu kacinci gokyuzu fotografi, hem de ayni noktadan?




bir diger zaafim ise dolunay. her ay ne zaman ciksa cekiyorum bir kac fotograf. evde, oturdugum koltuktan cama bakip da dolunayin ciktigini gorunce eve sevdigim ama davetsiz bir misafir gelmis gibi hissediyorum. oturdugum yerden cama baktigimda onu orada goruyor olmak mutlu ediyor beni. keske hic yer degistirmese, hep ayni izada kalsa. o daha fazla batiya kaymadan, camimin onunden gitmeden cekiyorum fotografini. ancak gecen haftaki dolunayi cekemedim. penceremin izasina geldigi siralar daha erken saatler oldugu icin disaridaydim. alttaki mart ayinin dolunayi. evet, bir ay once damlarda hala kar varmis.



havalarin guzellesmesi sehri de etkiledi. daha once fark etmedigim bir cok kafenin varligina caddelere, sokaklara koyduklari masalarla vardim. sokak kafeleri ne kadar guzel degil mi? bir sehrin yasadigina dair en guzel kanitlar. bir de kahveye olan tutkumdan midir bilmem, barlardan, restoranlardan cok kafeleri severim ben. neredeyse tanidigim herkesin vardir bir kafe sahibi olma hayali. ben niye onlardan farkli olayim ki? biz de 4 arkadas bir kafe acip sabaha kadar kahve-cay esliginde cene calmayi hayal ederdik. bizim sohbetlerimiz uzun olur, bir kafeye girdik mi en az 4 saat otururduk. sonlara dogru bir kovulma endisesi sarardi bizi. "-garson bu sefer kesin kovmaya geliyor. ne isteyelim, kahve, cay? -icim disim cay oldu yahu. -iyi peki, ikinci bir tatli?" diyaloglari neticesinde, fark ettik ki en iyi cozum kendi kafemizi acmak. henuz girisimlerde bulunmadik ama hayalini kurmak cok zevkli.

gecen haftasonu ise kahve icmeye kofi annan'a ugradik :)



haftasonu demek bizde pizza demek. Gecen gun blog icinde temizlik yaparken ilk pizza denememi gorup guldum kendime. Ilk denemenin uzerinden aylar gecti, su an geldigim asamayi da kaydetmem gerek diye dusundum.



Ingiltere’de okurken bir donem, cep harcligi cikarmak icin pizzacida calistim. Genelde kasada durdugum icin, pizza yapmasini biliyorum diyemezdim yine de. Ama bu aylar oncesine kadardi. Gecenlerde, yaninda calistigim kisiye yaptigim pizzalarin fotograflarini gonderip yanlarina da ‘yamaginla gurur duyabilirsin’ diye not eklemistim. O da cevap yazmis, ‘seninle gurur duyuyorum’ diye. Cok da abartilacak bir sey degil, alt tarafi pizza. ama mutfakta vakit gecirmeye pek de hevesli olmayan beni dusunecek olursak, insanlik icin degil belki ama benim (ve benimle yasayan kisi) icin buyuk bir adim.

20 Nisan 2008 Pazar

SIKILDIM

su son gunlerde hayata karsi cok da hevesli hissetmiyorum kendimi. 'kedidir kedi' der gibi, 'bahardir bahar' diyorum, uzerinde durmuyorum.

aklimdan yazmak icin bir cok konu geciyor, ama yazacak enerjiyi bulmak zor. yalnizca dusunmekle geciriyorum zamani. hani rozet edebiyatinda bir soz vardir, 'ders calisma istegi geldiginde, oturup gecmesini bekle'. oyle yapiyorum, aklima konular geliyor, uzerlerinde dusunuyorum, sonra geciyorum.

istanbul'dan gelmesini bekledigim kisiyle birlikte bir de paket geldi. paketin icinden orhan pamuk-istanbul cikinca oldukca sevindim. bu kitabi henuz okumuslugum yok ama bir ingiliz'e hediye etmisligim var. istanbul'u sahsen de gezdirdigim bu kisiye kitabi nasil buldugunu sordugumda, huzunden bahsedilen kismin ona agir geldigini ve kitaba devam edemedigini soylemisti. 'ne anlarsin sen' diye gecirmistim icimden. utanmasam 'begenmediysen geri ver de ben okuyayim' diyecektim ama sonra dusundum, orhan pamuk'u niye ingilizce okuyayim ki ben.

kitaba dun basladim. megoloman gibi gorunmekten cekinmesem, orhan pamuk ile aramizda ne kadar cok ortak yon varmis diyecegim (yazi kabiliyeti konusunda degil, baska konularda). demeyeyim ama demis kadar olayim, soylemek isteyip de soyleyemedigim seyi soylemis olayim.

dun okulda pakistan yemekleri festivali vardi. davetiye verilmis, biz de gittik. yemek kismi guzeldi. pakistan kulturunun tanitildigi bolum ise biraz sIkti beni. oylece oldugu gibi kulturu tanitmaya calissalar hadi neyse de, onlarin ki, 11 eylul'den sonra bozulan imajlarini duzeltme gayretiydi. "11 eylul'den sonra artan dusuncelerin aksine, pakistan halki hosgoruludur" turunden seyler soyluyorlardi, bizden cok kendileri inanmak ister gibi. dogu bile kendini, batinin onu gordugu gibi goruyor. edward said oryantalizmi yazarken bunlardan bahsetmiyor muydu? ve yine burada, karsimda pakistanlilar, aslinda ne kadar iyi insanlar olduklarini soyleme geregi hissediyorlar. onlar kendilerini savunma geregi hissettikce, onlar adina ben eziliyorum. hepsi terorist yaftasini yemis olmanin ezikligini tasiyor sanki. 'dude', demek istiyorum. "dert etme, 11 eylul'den once de dusman olarak goruyordu seni amerika. hic hollywood filmi izlemedin mi sen?". ama bunlar yerine, "hersey cok guzeldi" diyerek ayriliyorum geceden.

isteksizce gecen su gunlerde That 70s Show'a vurdum kendimi. neden hayat bir sit-com tadinda gecmiyor? gecebilir halbuki. eger ben hayati daha az ciddiye alir, daha az endiselenmeyi ogrenebilir, degistiremeyecegim seyleri kabul etmeyi basarabilirsem, hayat pekala bir sit-com tadinda gecebilir. gecmeli de.

hayat geciyor her gun, gereginden fazla endiselenme ile. neden bu endiselenmeler? el kitabinda yazili ve herkes tarafindan onaylanmis mukemmel hayati yakalayabilmek icin. hersey mukemmel olmali. evin, isin, sevgilin, arkadaslarin, dis gorunumun, ic gorunumun, gelecek planlarin... fark ediyorum ki tum bu yazili kurallar altinda eziliyorum ben. birakamiyorum da. bosver oldugu kadar diyemiyorum. dert ediniyorum. diziyi izlerken, onca soruna ragmen nasil da eglenmesini biliyorlar diye dusunuyorum. evet gercek degiller, ama yine de onlardaki hayata bakis tarzini ogrenmem gerekiyor benim. elimden geleni yaptiktan sonra, 'bundan sonrasi benim sorumlulugum degil' demesini ya da en basitinden bir 'bana ne yaaa' cekmesini ogrenmem gerekiyor. olumsuzluklari hayatin dogal bir parcasi olarak kabul etmeyi ogrenmem ve endiselenmem gerektigi kadar endiselenip ertesi gun yine sifir kafayla baslamasini bilmem gerekiyor. benim biraz bosvermem gerekiyor. ya da benim bir sit-com karakteri olmam gerekiyor.

6 Nisan 2008 Pazar

marimba ritimleri calmaya basladiginda...*

baharin hala gelemedigi buralarda, muzigin gucune biraktim kendimi...

caldigi surece her sey daha guzel.

bir bahar havasi degil ama, 'bosver, gel dans edelim' havasi...

kâfi.

* calan sarkidan alinti.

2 Nisan 2008 Çarşamba

sana ancak bir insan kiyardi!


Kanada’da fok avi yeni baslamadi aslinda. Av sezonunun en yogun donemine girildigi icin fok avina ve Kanada’ya dair haberler yogunluk kazandi.

Kanada’nin yanisira fok avinin yapildigi diger ulkeler Norvec, Gronland, Rusya ve Namibya. Konunun ilgi odagi yalnizca Kanada oldu cunku sayi itibariyla katliamin cok buyuk bir kismi burada gerceklesiyor.

Bu ava neden karsi olundugu ortada, insanin bakmaya bile dayanamadigi goruntuler… Ben neden karsi olunmadigini merak ettim. Okudugum nedenlerden bazilari sunlar. Kod baligi ile beslenen foklarin, kod baligi sayisinin azalmasina neden oldugu, bu nedenle foklarin sayisinin uygun bir seviyede tutulmasi gerektigi iddia ediliyor. Ancak Greenpeace, kod baligi sayisi ve fok iliskisinin yalan oldugunu savunuyor. Bir diger neden, fok avinin, eskimolar icin onemli bir yasam kaynagi ve geliri olmasi. Diyelim dogru, o zaman bu is sadece Eskimolar’a birakilsin. Zaten toplam avin sadece %3’u eskimolar tarafindan gerceklestiriliyormus. Katliama bir diger neden ise, ozellikle Avrupa moda evlerinden fok postuna yuksek oranda talep olmasi. Oldurulen foklarin sayisinda son 10 yilda bu nedenle artis gorulmus.

Sorun sadece avlanma degil, avlanma sekli de. Hic bir neden, bu avlanmanin neden boyle vahsice yapilmasi gerektigini aciklayamiyor. Fok, ‘hakapik’ denen cekice benzer av aleti ile basina defalarca vurularak olduruluyor. Av sirasinda tufek tercih edilmiyor cunku kurk zarar gorurse bir kiymeti kalmiyormus. Norvec ve Gronland yasalari fokun tufekle oldurulmesini zorunlu kiliyor. Ancak asil katliamin yapildigi Kanada’da foklar baslarina vurularak olduruluyor.

Kanada, gecen senelerde buyuk yanki uyandiran kanli goruntulere medya yasagi getirmis. Vahset iceren goruntulerin halkin sagligini bozabileceginden mi yoksa bu rezillik cok fazla ortaliklarda gorunmesin diye mi bilemedim.

Kanada ve avin yapildigi diger ulkeler, her yil kota belirliyorlar, bu sene bu kadar fok oldurulebilir diye. Bu kotalara sadik kalindigi muddetce fok neslinin tehlikeye girmeyecegini dusunuyorlar.

Ben okuduklarimdan pek coguna inanmiyorum. Hatta rakamlara hic inanmiyorum. Niye inanayim ki kac hayvanin katledildiginin cetelesinin duzgun bir sekilde tutulduguna?

Bir hayvani bu sekilde katletmeyi kabul edilebilir goren bir zihniyete, niye-nasil inanayim?

Bir seyler yapmak isterseniz, buradan, bu avi protesto amaciyla tum Kanada deniz urunlerini boykot ettiginizi bildirebilirsiniz.

27 Mart 2008 Perşembe

gunun sinir bozanlari

bu gazetelerde akli basinda tek bir insan yok mu? dogan grubu artik kabak tadi verdi. milliyet, sabah'a camur atiyor, ama bence sabah onlarin yaninda umut verici kaliyor. hincal uluc da kendi gazetesine giydirmis. ama uluc'un kendi standardi ne, begenmedigi ne, sorgulamak gerek.

her gazetede ayni haber. ne de olsa dogan grubundan olmayan ancak bir kac gazete var. bu demek oluyor ki ortaligi b.k goturuyor.

gelelim bugunun sinir bozanlarina:

@ milli takimin yeni formasi olay olmus. turkuaz rengi begenilmemis. nereden cikmis bu turkuaz, turk bayraginda hic turkuaz var miymis? bu kisiler herhalde hollanda bayraginin da turuncu oldugunu saniyor.

turkuaz hem cok guzel bir renk, hem de her yerde turk rengi olarak biliniyor. boylesine guzel bir seyi sahiplenmek varken, karsi olmak niye? turk'un rengi kirmiziymis, kirmizi da kanimizin rengiymis. sanki bir ingilizin kani mor akiyor. onlar da mi turk oluyor kanlari kirmizi diye. bir de 'biz milli irademizi bugune dek renklerimizle belirledik' diyenini gordum. buna bir yorum getiremeyecegim. oylece kaldim. yahu bayragimizi degistirmedik, formamiza, bizimle anilan bir rengi koyduk. milli iradeyi nereden karistirdin simdi yavrucugum?!

turkuaz forma cok guzel olmus. buradan yetkililere sesleniyorum. Sayin yetkililer stop. yeni formayi cok begendik stop. degistirmeyin sakin stop. boyle kalsin stop.

@ ingiltere'yi ziyaret eden cicegi burnunda yeni evli cift nicolas sarkozy-carla bruni, tum dunya haber servislerinin ana sayfasinda.

carlacigim da ne tatli olmus oyle, al koynuna sakla, o kadar sirin ablasi. evet guzel bir kadin, ne diyeyim. ama benim her fotografta gulmeme sebep, sarkozy'nin karisina bakislari. hani tamam, sevdigine inandim ve pek sirin. ama ingiliz kralicesi onunde sarkozy'nin carla'ya bir bakisi ve carla'nin da bir siritisi var ki, sanki musamere gosterisini yeni tamamlamis 7-8 yaslarinda bir kiz cocugu. nicolas da kraliceye, "bakin teyzesi ne tatli bir sey degil mi, yeni aldim, kedi gibi, hic sesi cikmiyor" diyor. hayir eger baska bir sey soyluyorsa gercekten cok sasiracagim.

ben bu carla'nin ciddi bir sekilde gundem yaniltma nedeniyle kullanildigina inaniyorum. soyle ki: sarkozy'nin ingiltere ziyaretinin nedeni, iki ulke arasinda nukleer savunma konusunda isbirligi yapmak. tam da dunyanin ihtiyaci olan bir sey! neye kime lazim baris, sevgi, sen nukleere bak. iste iki ulke bu denli onemli konulari konusurken, carla guzelligi ile bizi ve medyayi oyalamakta ve iki ulke arasinda yapilan konusmalar arka plana itilmekte.

uzucu bir sey de... ciftin ingiltere'ye ayak bastigi gun, ingiliz basini, carla'nin 1993 yilinda verdigi ciplak bir pozu gazetelerine manset yapmislar, hosgeldiniz First Lady basligiyla. benim simdi bekledigim, sarkozy'nin ingiliz gazetelerine malkocoglu gibi saldirip, sevdigi kadinin namusunu kurtarmasi. patlamis misirim yanimda hazir, bekliyorum, saldir sarko!

@ memleketimize paris hilton gelmis. havaalaninda gazeteciler arasinda izdiham cikmis kizi goruntulemek icin. yahu neden o kadar birbirinizi yirttiniz kizin bir fotografini cekebilmek icin ben anlamadim. girin internete, kiz 'sanat' icin soyundugu filmlerinde en mahremine kadar kendini sergiliyor zaten. bundan sonra kim ne yapsin onun giyinik pozlarini.

bu gazeteci ordusu, boyle ne udugu belirsiz unlulerin goruntusunu bize ulastirmak icin izdiham yaratiyorlar ya, bizleri de ayaklar altina aliyorlar. simdi paris hilton saniyor ki kendisi turk halki tarafindan cok merak ediliyor ve seviliyor. tek istegim, paris hilton ulkesine donerken bu gazetecileri de alsin yaninda gotursun. evet arkadasim, biz paris hilton'un kendi ulkesinde de nasil yasadigini merak ediyoruz. oradan goruntuler ulastirmak icin siz de onunla gidin ve bir daha donmeyin.

@ bir de annesinin bogazini kesen kiz var gazetelerde. profesor kadin, kimbilir hayatinda ne zorluklar atlatti o konuma gelmek icin. kimbilir kizini karninda tasirken de, dogumhanede de ne acilar cekti, cocugunu dunyaya getirmek icin. peki ne icinmis tum bunlar, bunun icin mi? cocugun var mi derdin var derler ya, cok dogruymus. baska bir sey soyleyemiyorum.

bir de babasi hemen kizinin yanina gelmis ve uyarmis kizini hic bir sey soylememesi konusunda. tek bir seyi merak ediyorum. hadi kizina 'sakin konusma, bir sey soyleme' dedin, peki 'bunu nasil yaptin' da dedin mi?

23 Mart 2008 Pazar

Camus'nun Yabanci'si

Paskalya tatilindeyiz. bense pazartesi gununden beri yalnizim. 10 gun surecek bu ayrilik baslamadan once duygusal bir moda girmistim. ama bende garip bir icinde-bulundugu-duruma-alisma ozelligi var. oncesindeki duygusalligin tersine, su an yalnizligimin keyfine variyorum. yalnizligin da guzel bir yani var, uzun surmedigi surece elbette.

keyif yapmaktan ders calisamiyorum. onceki gun sehre indim ve uzun suredir almak istedigim kitabi aldim. Doris Lessing'in The Golden Notebook'u (Altin Defter). Kitaplari tararken bir de Albert Camus'nun The Outsider'ina (Yabanci) rastladim. Onu da aldim.

Yabanci'yi bitirdim. kisacik bir kitap zaten. kitabi asil alis nedenim, konusunun yabancilasma olmasiydi. ama benim ilgi duydugum yabancilasmadan farkli bu. camus, yabancilasmayi, varoluscu felsefe ile anlatiyor. toplum kurallarina gore degil de kendi gercekleriyle yasayan bir insanin toplum tarafindan dislanisini konu ediniyor.

simdi efendim soyle... kahramanimiz Mersault, hic olmadik bir sekilde bir cinayet isler ve kitap onu olume goturen sureci anlatir. biraz rastlantisal bir cinayettir isledigi ama bunun pek bir onemi yoktur onun icin. cunku onun icin hayatin pek bir onemi yoktur.

bu yuzden basina gelenleri hep duygusuz bir sekilde karsilar. annesi olur, pek bir sey hissetmez. annesinin olumu uzerine taziyelerini bildirenlere o, 'olmese daha iyiydi ama ne yapalim' gibi cevaplar verir. ve aglamadigi icin onu ayiplayanlari bir turlu anlayamaz. annesinin cenazesinde kotu hisseder aslinda, ama bunun asil nedeni, havanin cok sicak olmasi, ve bu sicak havada onun uzun bir yol yurumek zorunda kalisidir.

Mersault bir cinayete karisir, yine pek bir sey hissetmez. ne kendini savunur ne de cezasi hafiflesin diye bir girisimde bulunur. onun bu hissizligini anlayamaz etrafindakiler. o yine rahatsiz olur cunku insanlar onun anlattiklarinin altinda baska baska nedenler aramaya kalkisir. "annenin olumunun uzerine bunalimdaydin, o yuzden mi isledin cinayeti?" der avukati. o ise "yoo, yok oyle birsey" turunden cevaplar verir.

olaylar oyle bir hal alir ki, Mersault'un asil sucu, isledigi cinayet degil de, annesinin cenazesinde aglamamasi olur. cenazede aglamamak nasil bir zalimliktir! yargilanmasi bu konu uzerine odaklanir.

Mersault'un hayata karsi bu denli duygusuz olusu rahatsiz edici. ona gore onda bir sorun yok, o hayati olmasi gerektigi gibi karsiliyor. ama insani duygulardan bu denli uzak olusu normal bir insan olmadigini dusundurtuyor digerlerine. Camus ise boyle dusunmuyor karakteri hakkinda. Camus'ya gore Mersault'un yaptigi -mis gibi davranmamak. baskalarini rahatlatmak ugruna aglamamak, ya da uzgun olup olmadigi konusunda yalan soylememek.

Mersault, toplumun davranis kaliplarinin disinda davraniyor ve bu yuzden toplumun disinda yer aliyor. onun duyarsizligi rahatsiz edici bir hal. ancak toplum onu kabul etsin diye toplum kurallarina uyuyormus gibi rol yapmamasi ise onu durust bir insan yapiyor. cinayeti isledigine dair pisman oldugunu soyle diyorlar, o ise yine dogruyu soyluyor ve pismanlik degil ama rahatsizlik duyuyorum diyor. icinde bulundugu kotu durumdan kurtulmak icin yalan soylememesi, onun durustlugunun boyutlarini gosteriyor.

Camus diyor ki, gunluk hayatin icinde yer alabilmek adina insanlar her gun yalan soyler ya da yalan olmasa da soylemek istediklerinin fazlasini soylerler. bunu hayati kolaylastirmak adina yaparlar. Mersault bunu yapmiyor, bu oyunu oynamiyor. oynasa, toplum onun canavar olmadigini gorecek ve rahatlayacak. Mersault'un toplumdan farkli davranmasi, toplumun onu bir tehdit unsuru olarak gormesine neden oluyor. toplum herkes bir olsun, herkes ayni sekilde davransin istiyor. bunu yapmayani ise, yani Mersault'u, icinden sokup atiyor.

kitabi sevdim, evet. sadece akla getirdigi sorular nedeniyle bile okumaya deger. ornegin, kitabin ardindan benim hala dusunmekte oldugum sorular sunlar: baskalari iyi hissetsin diye -mis gibi mi yapmali, yoksa dibine kadar durust davranip ne hissediyorsak sadece o kadarini mi soylemeli? tum toplum ayni sekilde mi uzulmeli? buna uymayanlari canavar mi ilan etmeli? peki bu farkliliklara nereye kadar izin vermeli? ya da farkli olmak icin izin istemek bile bir cesit kisilik hakkina saldiri degil mi? peki ama toplum olabilmek icin bazi ortak noktalar gerekli degil mi? o zaman nedir bu ortak noktalarin siniri? bu ortak noktalarin siniri ne olmali ki biz hem kendi basimiza farkli bireyler olabilelim, hem de birlikteyken bir toplum olabilelim?

dusunmelerim bitmis degil, gordugunuz gibi. kafamdaki sorular azalmak yerine, yalnizca cogaliyor.

18 Mart 2008 Salı

cancagizim diyebilmek...

burada iki Turk'le tanismistim bir kac ay once. ikisi de 35 yaslarinda, biri Izmirli Z., digeri Ankarali S. ikisinin de esi norvecli ve ikisi de uzun yillardir burada yasiyor. ikisi de ingiliz edebiyati bolumu mezunu, ikisinin de 3-4 yaslarinda cocuklari var.

boyle ardarda yazinca pek bir benzer gorunduler ama aslinda kisilik olarak epey farklilar. oyle farklilarki turkiye'de olsalar birbirleriyle gorusmeyeceklerini dusunurum. ama burada birbirlerini bulmus ve birbirlerine sarilmislar.

ikisine de kanim isindi diyebilirim de, bir sorun var. burada uzun yillar yasamis olmanin verdigi bir bikkinlik var onlarda. buradaki, turkiye'dekine kiyasla sinirli denilebilecek sosyal cevreleri, batar olmus onlara artik. buradaki hayatlarina yatirim yapmak degil de ozlerine donmek istiyorlar. o yuzden de S., "emekliligimi alir almaz turkiye'ye donuyorum" diyor. "e kocan ne olacak?" diye soruyorum. "cocuklar buyumus olacak, kocam da ister gelir ister kalir" diyor.

S. boyle diyor ama esi ile iliskisine baktigimda goruyorum ki hic de oyle birakip gidecek gibi uzak bir cift degiller. cok otesini bilemiyorum tabi ama uzaktan oyle gorunuyor ki paylasimlari var ve anlasiyorlar da.

e o zaman insan hala sevdigi bir adami neden birakip ulkesine donmek ister? acaba, yabanci bir sevgiliyle paylasilanlar ancak bir yere kadar mi oluyor? yuzeysel mi kaliyor? ya da ona duyulan sevgi baska seylere duyulan ozlemin onune gecemiyor mu?

kizlar biraraya geldi mi konu donup dolasip erkeklere gelir. bu biraraya gelmeler yurtdisinda oldugunda ise bu sefer konu 'yerli sevgili mi, yabanci sevgili mi' olur. bazi arkadaslarimin ortak tercihi, hayat arkadaslarini ayni kulturden secmek. ortak bir dili super konusuyor olmak yetmiyor onlara. ayni dili konusmak istiyorlar. o yuzden benim catlak arkadasim E., "bana 'cancagizim' diyemeyen biri ile olmaz" diyor.

bunun onemli oldugunu dusunuyorum ben de. iki insan ortak bir dili cok iyi konusabilir, anlasmakta sorun yasamayabilirler. ama dilin anlatamadigi ya da ogrenmeyle hissedilemeyecek duygular var. ornegin isterim ki, ben 'selvi boylum al yazmalim' dedigimde karsimdaki ne demek istedigimi daha fazla soze gerek kalmadan anlasin. oradaki tum duygular, tum dusunceler o anda aklina dussun. ya da icimiz ayni muzikle cossun, yine ayni muziklerle kederlensin. cilingir sofrasinda muzeyyen senar dinlerken sarkiya birlikte eslik edebilelim ya da turku soyleyelim birlikte ve o sozlerin ictenligi onu da vurabilsin.

elbette ayni dili konusmak ayni duygulari hissetmeyi garantilemiyor. ayni kulturden insanlar ayni mi oluyor? ama ayni dili ve kultur degerlerini paylasiyor olmanin onemli etkileri var ortak duygularin paylasimi icin.

yine de bu gibi konularda genelleme yapmamak gerek. ornegin hayatini yabanci damatlarla birlestirmis ve su an cok mutlu arkadaslarim var. ve biliyorum ki blog arkadaslarimin pek cogu da oyle. demek ki olay kisisel tercihlere ve farkliliklara variyor. bu gibi konularda dogru ya da yanlis tartisilamiyor. ne her bir Turk, ne de her yabanci ayni. farkli kisilikler farkli tercihleri ve farkli secimleri getiriyor. insan ruh ikizini bazen yanibasinda, bazen de dunyanin obur ucunda bulabiliyor. ya da baska degerler giriyor hayatiniza, o yeni insan ve getirdigi yeni kulturle birlikte. ve bunlar kompanse ediyor digerlerini.

ya da duygular degisiyor ve insan bir donem 'cancagizim' dedigine, yillar sonra 'benimle gelmese de olur' diyebiliyor.

tum bunlarin sebebi farkli. bazen kisilik farkliliklari, bazen kultur, bazen de cok baska sebepler. ama sonunda hepsi hayatin icinden, hayatin bir gercegi. hangi tercihin ne getirecegi her zaman onceden kestirilemiyor. bazen hic ummadik biriyle size ozel ortak bir dil kuruluyor. ve siz kendi turkunuzu soyler oluyorsunuz.

dusunuyorum, ne kadar iyi anlasir gorunseler de, S. ve esi o ortak dili kuramamislar demek ki. ya da paylasimlari, S.'nin ozlemlerinin onune gecememis. yakindaki, uzaktakinin yoklugunu dolduramamis. birseyler eksik kalmis. o eksikler de onemli olanlardanmis. keske diyorum, emekliligini beklemese de, su an su vakit gitse. eger ilaci buysa...

11 Mart 2008 Salı

bugun, dun, bir onceki gun

Turkiye'den gelirken yanimda getirmek istedigim pek cok seyi getiremedim. bavullara sigamiyor pek cok ivir zivirim. cd'lerimi de getiremedim. D.'nin getirdigi cd'lerin icinden sadece bir tane Turkce cd cikti. benim arada Turkce muzik dinlemem lazim geliyor. o yuzden onemliydi bu cd.

Athena 2005. acaip eglenceli bir album. insanin moralini yerine getiren albumlerden. hem temposu, hem de mars gibi olan tarziyla insanin surekli sarkilara eslik edesi geliyor.

'cokuslerdeyim' sarkisinin ozellikle baslangic sozleri bir gulumseme konduruyor yuzume. "bir iyilik et kendine, lutfen git geri donme. kaldim cikmazda beni bekleme. o dumanli tepeden, sana bakan penceremden, bir haber son defa cereyanda kaldim."

gulumseten kismi, cereyanda kaldigini haber edisi. ne tatli :))

dun...

duvarima ilk posterimi astim. sicak renkler gormem gerek benim.
gecen iki hafta hic durmadan kar yagdi. disaridaki kar yarim metreyi buldu. pek olagan bir sey degilmis, en son 50 sene once yagmis bu kadar kar. bunlari duymak rahatlatici, cunku bu kadari biraz fazla geldi. tamam anladik yagabiliyorsun, ama yeter. burada bunlar oluyorken istanbul'da havanin 18 dereceyi buldugu haberleri kulaga cok hos geliyor. gerci su an 18 dereceyse yazin kac derece olur diye dusunup bir iyyk geciriyorum icimden.

iki gun once durdu kar. ve dun hava sekiz dereceydi. sifir dereceden sonra birden sekiz derece oyle sicak geliyor ki. tamam dedim, buraya da bahar geldi. ama ben telefonda 'hava cok sicak, bugun sekiz derece' deyince, annem bir tarafiyla guluyor bana, 'ay ne kadar sicakmis' diyerek.

bir onceki gun...

sinir harbi icinde gecen bir gunun ardindan eve varmak ve televizyonda jamie'yi yemek yaparken bulmak ne guzel. bir fincan earl grey cay kadar sakinlestirici.

jamie hep yemek yapsin, ben hep onu izleyeyim. etrafi ne kadar dagittigina aldirmadan, ellerini yemegin icine daldira daldira, 'look at that' diye diye yemek yapsin jamie. hayat onun yemekleri tadinda olsun; taze ve organik.

sans iste, bugun kuzu kebabi yapiyor jamie. sanki bana yapiyor. "bizim publarda yedigimiz kebap cok tatsiz tuzsuzdur. ama turk, yunan ve ortadogu mutfaginda kuzu eti ve baharatlar cok zekice birlestirilir" turunden de bilgiler veriyor.

kuzu kebap diyor ama aslinda kuzu sis kebabi yaptigi. mutfak robotunun icine kuzu eti, tuz, karabiber, kirmizi biber, kimyon, kekik, antep fistigi ve sumak koyuyor (sumak deyisi cok tatli). eti cok da parcalamadan, kiyma haline getirmeden robotta bir kac tur donduruyor. sonra bunlari sise diziyor. yanina da kirmizi soganli bir salata.

sonuc cok guzel gorunuyor. icimden geciriyorum: jamie simdi burada olsan, ya da ben orada olsam. birlikte yaptigin kebabi yesek, ama opusmesek. malum sekerim, sogan yedik.

6 Mart 2008 Perşembe

hatirla sevgili'yi izliyorum, gozlerim yasli...

bir kac haftadir internetten uzaktim ya, hatirla sevgili'yi izleyememistim. simdi ardi ardina izliyorum biriken bolumleri. aglamaktan bitap dustum.

gecen gun kucagimda bilgisayar, kulagimda kulaklik, 'mehmet öldü, mehmet öldü' diye hickirirken ben, D. gizlice fotografimi cekmis. fotografi buraya koymayi dusunmuyorum. hatta hic bir yere koymayi dusunmuyorum.

inanamiyorum gercekten boyle mi olmus, bu kadar mi olmus? o cocuklarin mahkemesi, o iskenceler, dusledikleri hayatla karsilarina cikan gaddarligin tezatligi kahrediyor.

insanin icini burkuyor asklarinin bu acikli, bu karsiliksiz hali. don kisotlar gibi, kocaman yel degirmenlerine meydan okuyorlar. ama nasil da dik basli ve gururlu. olum bile igreti durmuyor uzerlerinde. dokunduklari hersey guzellesiyor cunku. olum bile guzellesiyor onlarin yaninda.

bir yandan da elimde degil dusunuyorum, o gunden bugune ne degismis, ne degisti?

4 Mart 2008 Salı

sirf universitede degil, her alanda ozgurluk!

kac kisi okuyabildi bu yaziyi? Radikal'de pek yakisikli yazarimiz Yildirim Turker'den baska soz edene rastlamadim.

akp'nin bu konudaki samimiyetsizligi ap acik ortada. onlarin derdi ozgurluk degil elbette. bunu nereden anliyoruz, akp'li Burhan Kuzu'nun "Eşcinseller de eşitlik istiyor, verecek miyiz? Tabii ki vermeyeceğiz!" demesinden (Yildirim Turker, 18 Subat 2008).

ozgurluk konusunda samimi olmadiklari ortada. ama universitede ozgurluge, akp tarafindan yurutuluyor diye sirt mi cevirmeli, yoksa en basindan duzeltilmesi gereken bu yanlisin, bu sefer duzeltilmesine destek mi vermeli?

sevgili elektra bir onceki yazinin yorumuna yazmisti, basortulu kadinlarin haklarini savunanlarin cogunlugu erkek oldugu icin, bu ozgurluk savasciligi samimi gelmiyor. hakli. ama kendince konusan kizlar, kadinlar da var. biz yalnizca onlari duyamiyoruz, duymamiz engelleniyor.

bir grup basortulu ogrenci soyle bir bildiri yayinlamis. benim utancim ise, bu turde bir bildirinin biz 'ozgur olanlar' tarafindan gelmeyisidir. bildirinin ne kadar samimi olup olmadigi uzerine ahkam kesemeyiz, cunku bilemeyiz. ama bu, verilen mesajin degerinden eksiltmiyor. benim icin burada onemli olan, yasakci zihniyete karsi durustur.

ilk paragraf Yildirim Turker'in tanitici paragrafi, sonrasi bildirinin kendisi:

"Bu konuda, bana kalırsa son sözü söyleyenler, imzaya açılmış bir metinle karanlık görünen geleceğimize güçlü bir ışık olan bir grup başörtülü kadın oldu. Onların metnini, ola ki ulaşamadıysanız, birlikte okuyalım istiyorum. Derin bir soluklanıp yeniden başlayabilmek için

SÖZ KONUSU ÖZGÜRLÜKSE HİÇBİR ŞEY TEFERRUAT DEĞİLDİR

BİZ HENÜZ ÖZGÜR OLMADIK...

Üniversite kapısı sert bir şekilde yüzümüze kapatıldığı günden bu yana yaşadığımız acılar bize bir şey öğretti: Gerçek sorunumuz insanların hayatlarına, görünüşlerine, sözlerine, düşüncelerine müdahale edebilme hakkını kendinde gören yasakçı zihniyettir.

Başını örttüğü için ayrımcılığa uğrayan kadınlar olarak tüm samimiyetimizle açıklıyoruz ki; üniversitelere başımızı örterek girmekle mutlu olmayacağız. Ta ki:

- Kürtlerin ve ötekileştirilenlerin kendilerini bu ülkenin asli unsuru hissetmesi için gereken hukuki ve psikolojik ortam oluşturulmadan,
- Acımasızca işlenen cinayetlerin gerçek sorumlularına ulaşılmadan,
- 301 davalarını bitirecek düzenleme yapılmadan,
- Azınlık vakıflarının üzerinde pişkince oturanların rahatı bozulmadan,
- Alevilerin ibadetini kültürel aktivite, ibadet evlerini de kültür merkezi olarak görmekte ısrar etmekten vazgeçilmeden,
- Üniversitelerden sudan sebeplerle atılan arkadaşlarımız geri dönmeden,
- Yasakçı zihniyet bize ne zaman, nerelerde ve nasıl örtüneceğimizi dayatmaktan vazgeçmeden,
- Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün önündeki en büyük engel YÖK kaldırılmadan…
Kısacası;
12 Eylül darbe anayasasını esamesi okunmayacak şekilde ortadan kaldırıp yeni, sivil bir anayasaya yapılmadan mutlu olamayacağız.
Birimizin diğerimiz için tehlike olduğu korkusunu yayıp bizi birbirimize düşürerek bu adaletsiz düzenini devam ettiren yasakçı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiç bir özgürlük tam özgürlük değildir.
Özgürlüklerin kısıtlanmasının ne demek olduğunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız.
Unutulmamalı ki;
Gökler ve yer adaletle ayakta durur (Hz. Muhammed) "

27 Şubat 2008 Çarşamba

yasak kardesim yasak!

ne zamandir gazeteleri okuyamiyordum. ilk defa bugun girdim. ortalik birbirine girmis ayol. universiteler gergin. kapilarda arbede cikiyormus. oh dedim, ulke bolundu rahatladik hep birlikte.

valla kardesim burada o kadar okuyoruz ediyoruz denilen hep ayni sey, yasakci memleketler gericidir. ben de dusunuyorum, bizi gerici yapan turbani yasaklamak mi, yoksa universiteye turbanli kizlari kabul etmek mi? o kadar icim daraliyor ki hepsini birbirine vurmak istiyorum. yasakcilari da, dini kullananlari da. arada kendi hur inanciyla kapanan ve benim birsey demeye hakkimin olmadigi bir kesim kaliyor. onlari ne yapayim diye dusunuyorum. valla bu ulke boyle yasakci bir ulke kardes, hepimiz bir sekilde cekiyoruz senin cekecegin de buymus diyorum kiza. kiz surat asip gidiyor sonra.

ben universitede turban yasagina karsiyim. turbanli kizlarin okumasina engel olup da onlari kucuk dunyalarina hapsetmeye, ufuklarini acmalarina engel olmaya karsiyim. onlarin da diplomalari olmali, is hayatina atilabilmeli ve bir erkegin eline bakmamalilar diye turban yasagina karsiyim.

turbanli olsun olmasin, herkesin egitimli olmasindan yanayim. dusmanimin bile egitimli olmasini isterim ben. bir cahille tartismak, kavga etmek bile istemem. cahile tahammul edemem.

gerci universite okumakla cahillik geciyor mu? ne universiteliler gorduk biz, zaten yoktular. yok olasicalar.

20 Şubat 2008 Çarşamba

insanlik ve Bauman

Zygmunt Bauman der ki, ahlak / etik / erdem (morality) insanligin en onemli degeridir. Etik olmak, sadece bizim gibi olana degil, bizden farkli olana da adil olmayi gerektirir.

Karisi Janina Bauman, Nazi kamplarinda yasadigi zulmu anlattigi kitabinda soyle der: Zalimin en zalim yani, kurbanlarini yok etmeden once onlara insanlik disi davranmasidir. Ve savaslarin en zoru, bu insanlik disi durumlarda insan kalabilmektir.

Bu savasi, modern hayatin icinde cesitli sekillerde dusunebilirsiniz. Hakkiniz yendiginde haksizlik yapmamak, zalimlige ugradiginizda ayni sekilde cevap vermemek, ya da zora dustugunuzde insanliginizi kaybetmemek adina verdiginiz savaslarin tumu bu ornege girer. Insanlik degerlerinizi kaybetmemek icin verilmis savaslardir hepsi, sonunda kotu duruma duseceginizi bilseniz bile.

Modern hayati analiz eden calismalariyla taninan Zygmunt Bauman, hayatta en beter asagilanmanin fakirlik oldugunu soyler. Fakirlik derken, bunu basit anlaminda degil de Afrika’daki, ya da Turkiye’nin doguda kirsal kesimlerindeki, insanlarin kendi baslarina cozum bulamadigi fakirlik anlaminda dusunun. Fakirligin en berbat yani, baska yerlerde insanlarin bambaska sartlarda yasadigini bilmektir. Bu tanimdaki fakirlik terkedilmisligin, bir basina birakilmisligin, umursamamanin getirdigi bir fakirliktir.

Bunlari okurken aklima geldi. Hani eskiden televoleler vardi, Turkiye’nin %1’lik kesiminin nasil yasadigini tum Turkiye’ye seyrettiren su magazin programlari. O programlari seyreden Anadolu’nun, dogunun ucra koylerinde yasayan insanlar, Istanbul’da herkesin oyle yasadigini dusunurlermis. Kim oldugunu hatirlayamiyorum su an, ama taninmis biri soyle yazmisti: “Bu programlari seyrettikce insanin komunist olasi geliyor”.

Kucuktum, ya ortaokul ya da lise caglarimda. Istanbul’da bir askerin telefon kulubesindeki konusmasina sahit olmustum. Sivesinden belli oluyordu dogulu oldugu ve telefondaki kisiye soyle diyordu: “Telefona benzer bir sey var oradan su akiyor, oyle yikaniyoruz”.

Okurken bunlar geldi aklima.

Conversations with Zygmunt Bauman. Z.Bauman & K.Tester (2001).

15 Şubat 2008 Cuma

rapor

isler yogun...

o yuzdendir sessizligim.

bu yaziyi da kutuphaneden yaziyorum.

5 dakika icinde kapanacak kutuphane.

ay iceride kapali kalmayayim...

1 Şubat 2008 Cuma

bir doktoracinin gunlugu...


hayat boyle bir sey iste. hersey ayni anda cereyan etmekte. yemek, icmek, calismak, eglenmek, sohbet etmek, dertlenmek, tasalanmak, endiselenmek, paniklemek, cozutmak, gulmek, aglamak, gulmek, aglamak...

gider bu boyle...

ps: gulmelerin cogu sinir bozuklugundan, o yuzden sayilirlar mi bilmem.

29 Ocak 2008 Salı

...

yine bir 21 Ocak gunuydu bu ulkeye ilk ayak bastigimda. 6 yil gecmis uzerinden. ne farkli duygularla ve ne kadar baska bir ben olarak geliyorum simdi. 6 yil once 21 Ocak'taki ben, tum bildiklerini, sevdiklerini baska bir yerde birakmanin huznuyle gelmisti buraya.

bilmemenin, yabanci olmanin ne demek oldugunu o donem ogrendim.

simdi ise, ucak alcalmis ve ingiltere'ye yukaridan bakiyorken, 'eve geldim' diye geciriyorum icimden.

mutluluktan meksika halk sarkilari caliyor icimde.

havaalanindan cikmis, yaklasik 2 saat surecek tren yolculuguna baslamisken, nasil da huzurlu hissediyorum kendimi. bilmek, kendimi iyi hissettiriyor.

tren biletini alirken 'ne kadar' diye sormuyorum, ya da 'hangi trene binmeliyim', 'hangi durakta inecegim' diye endiselenmiyorum, gidecegim yeri biliyorum. yiyecek bir seyler alirken hazir sandvicler arasinda hangisini en cok sevdigimi, yaninda hangi gazeteyi alacagimi onceden biliyorum.

boyle kucuk seyler nasil da etkiliyor nasil hissettigimi. gulumsuyorum.

insan ne kadar bilirse, yabanciligi o kadar azaliyor. yabancilik azalinca, evinde hissettigi, burali olmayla ilintili huzuru yakalayabiliyor (burali olmakla, buraya ait olmak karistirilmamali ama. ikisi her zaman ayni sey degil. ve ikisi arasindaki fark kimileri icin onemli bir anlam ifade edebiliyor).

dun, yine biraktim ingiltere'yi. 'kisa surede gorusmek uzere' deyip, buradaki evime dondum. burasi biraktigim gibi, her yer bembeyaz. kar yagiyor, gecen haftasonundan beri simdi kuzeye yonelmis bir firtina varmis.

olsun dedim, ben de senin beyazligini severim.

bu bembeyazligin da kendine ozgu bir huzuru var. ama baska iste.

burada hissettigim huzur, kucukken filmlerde gordugum dag evlerinin icinde yasanan huzura benziyor. hani kirmizi perdeli ahsap bir evde, pencereden, yagan kar gorunur. iceride, somineden gelen citirtilar duyulur. sen somine onundeki kanepede, los isikta, kucaginda battaniye kitap okursun. fonda da norah jones ya da jack johnson calsin.

buradaki huzur, bu tablodakini animsatiyor. en azindan simdilik. belki tanidikca, dilini konustukca baskalasacak anlami.

bu huzur ile bir once anlattigim huzur birlestiginde nasil da huzurlu olur ama hayat, degil mi?

17 Ocak 2008 Perşembe

i will survive...

kindar insanlar icin uzuluyorum. zor oluyordur gecip gitmeyen bir ofke ve nefretle yasamak.

kendime de kiziyorum, yeteri kadar kinci olamadigim icin; her seferinde kesip atacagim dememe ragmen kimseyle kus kalamadigim icin. dayanamiyorum kus olmaya, istiyorum ki ortada kotu birsey kalmasin. her sey guzel olsun, biz guzel olalim.

istiyorum ki eskiden birlikte sarki soyledigimiz gunler gibi olsun.

o gece en sevdigimiz cafede oturup konusurken, sen hayatinin asil detaylarini es gecip isten gucten, ekten puften bahsediyorken bana, anladim, kizgindin hala, tavirliydin.

oysa bu tavrina ragmen nasil da guzel gulumseyebiliyordun.

o gece ben, 'kizmiyorum kimseye, iyi bir insan olmak kolay degil' dedigimde, sen, 'bence kolay' dedin. o an hatirladim, iki kardes gibi buyumus bizler nasil da farkliydik birbirimizden. sen hep kendinden emin, bilmis bilmis dolanirken, benim kafam hep acabalarla, soru isaretleriyle doluydu. gerci hala oyle ya...

ama dert degil, iyiyim ben boyle; hem ogrendim ki en cok yanilanlar en cok emin olanlar oluyor.

sana ne kadar yanildigini soylemedim en son yazismamizda. sen beni suclayan onca seyi siralamisken verecek cok cevabim vardi oysa. cevap vermedim cunku derdim hakli olmak degildi. o yuzden 'ne olduysa oldu, bosverelim' diyordum sana. sense, bunu bunu yaptin diyordun bana.

soylediklerin arasinda dogru olanlar da vardi, yanlis bildiklerin de, yanlis yorumladiklarin da. ama cevap vermedim soylediklerine. senin nasil da uzulmedigini gordukten sonra bir onemi yoktu. bir de istemedim, agiz dalasina girmis gibi olmayalim dedim. daha da kotu olmasin diye savunmadim bile kendimi.

benim suskunlugum senin hakliligin olacak simdi. bunu da dusundum. ama sorun degil dedim. hakli olmak degildi derdim. iyi olalim istedim.

bunlari yazarken aklimda calan sarki cok daha baskaydi. "Sen hep benim yanımdasın" diyordu. ama sonra daha neseli seyler dinlemek istedim.

bu sarkiyla cok daha farkli bir anlam kazandi bu yazi. ben bunu daha cok sevdim. universite yillarimda nasil da ust uste dinlerdim bu cover'i. simdi o yillara goturdu beni, ve yine guzel hissettirdi. bu sarkidan sonra albumun geri kalanina devam edecegim ... bazi dostluklar zamana yenilmiyor.

hep sevgimle

14 Ocak 2008 Pazartesi

Oslo - part 2

Nobel Peace Center

Oslo turumuza kaldigimiz yerden devam ediyoruz. Bu turumuzda ilk duragimiz Nobel Baris Merkezi (Nobel Peace Center).

Nobel Baris Odulu, Norvec Nobel Komitesi tarafindan Oslo'da veriliyor. 1901'dan bu yana verilen odulun 2007 sahipleri kuresel isinmaya dikkat ceken calismalarindan oturu BM bunyesinde calisan Uluslararasi Iklim Degisimi Kurumu (Intergovernmental Panel on Climate Change) ve eski ABD baskan yardimcisi Al Gore idi.



Bugun, Baris Komitesi'nin merkez binasi bir muze gibi degil de, savas, baris ve uluslararasi catismalarin cozumune yonelik tartismalar, seminer ve sergiler icin ortak bir bulusma yeri olarak kullaniliyor.

Viking Gemileri Muzesi (Vikingskipshuset)

Baristan soz ettikten sonra belki biraz abes kacacak ama bir sonraki duragimiz savasci Vikingler ve Viking Gemileri Muzesi (Vikingskipshuset). Birazcik tarihi bilgi vermek gerekirse, Viking Donemi, 800-1050 yillari arasi kabul ediliyor. Denizcilikte usta olan Vikingler, hizli ve kolay manevra yapabilen gemiler insa etmis ve bunlarla dunyanin pek cok yerine gitmisler. Donemin daha 9 ve 11. yuzyillar arasi oldugu ve bu gemilerle Amerika'ya gidip geldikleri dusunulurse, ne denli usta denizci olduklari daha kolay anlasilabiliyor. Vikingler, ozellikle Avrupa'nin bati kiyilarinda teror estirmisler.

Muzenin basrol oyunculari, 2 sahane Viking gemisi. Ucuncu geminin ise yalnizca kalintilari sergilenmekte. Altta gorulen, Oseberg Gemisi, 9.yy'dan kalma ve 22 metre uzunlugunda.

Bu arada, bize Vikingler ve Halic (Altinboynuz - Golden Horn) hakkinda bir hikaye anlatildi. Bu hikayeye gore, Altinboynuz'un ismi, Vikingler'in boynuzundan gelmekteymis. Internette kucuk bir arastirma yaptiktan sonra gordum ki, gercekten de 10.yy'da Vikingler gemilerini Bogazdan sokarak Halic'e kadar girmisler ancak daha fazla basari elde edemeden Bizanslilar'a yenilmisler. Altinboynuz isminin ise nereden geldigine iliskin cesitli teoriler var ancak hicbiri Vikingler ile baglantili degil.

Oslo'da yeme-icme

Oslo gezimiz uzerine yazacaklarimin sonuncusu ise yeme-icme uzerine. Norvec mutfagi dendi mi akla ilk gelen elbette balik. En geleneksel Norvec yemegi ise somon fume. Diger cesit baliklarin yaninda geyik, kuzu ve ordek eti de Norvec mutfaginin klasiklerinden. Ancak her kultur gibi modern Norvec mutfagi da uluslararasilasmadan nasibini aliyor. Bugun Norvec restoranlarinda pizza, makarna gibi yemeklerin cesitliligi klasik Norvec yemeklerini koseye kistirmis durumda.

Fiyat konusunda ise Norvec cep yakan bir ulke. En pahali ulkeler listesinde bir kac kere ilk sirada yer almis. Mutevazi deneyimlerim maalesef bu arastirmalari dogrular nitelikte.

Norvec mutfagindan bahsediyorum ama biz kari-koca Meksika mutfagi asiklari olarak, Oslo'daki son gecemizi bir 'Mexican Night-Out'a cevirmeye karar verdik:). Yolu Oslo'dan gecenlere, "3 Brødre" ve 'quesadilla'lari siddetle tavsiye olunur.


Hani Istanbullular Bursa'ya kebap yemeye giderler ya, ben de Oslo'ya quesadilla yemeye gitsem yeridir, o kadar yani.

4 Ocak 2008 Cuma

Oslo 1 - Sehir merkezi

yeni yili seyahat ederek karsilamaktan hoslanmam. pek cok yer kapalidir ve ben her yerin kapali oldugu bir donemi evde gecirmek isterim. kalabaliklardan hoslanmadigim icin de gece yarisindaki yeni yil kutlamalarina katilmak istemem. evet, yeni yila evde, televizyondaki sacmaliklari seyrederek ve bitmek uzere olan yilin ne menem bir yil oldugu uzerine derinlemesine-ama-bos tartismalar yaparak girmek daha cazip gelir bana. ama bu sefer, tatili degerlendirme bahanesiyle, yeni yila Oslo'da girdik. amacimiz yeni yil eglencelerine katilmak degil, gezmekti.

sehir gezmesi dendi mi, acimasisiz biz, sabahtan gec saatlere kadar gezeriz. bir sehri gezmenin en iyi yolu yurumek oldugu icin de, canimiz cikana kadar degil, gun bitene kadar yururuz. canimiz, gun bitmeden evvel cikmissa sayet, aldirmadan yurumeye devam ederiz.


en cok trenle seyahati severim. bu yuzden oslo'ya trenle gittik. yukarida gordugunuz trenin, 467 no'lu vagonunda, 20 numarali koltugunda oturuyordum. ben sirf mesafe uzun oldugundan yolculuk 5 saat suruyor saniyordum. oyle degilmis. tren rahat olmasina rahat ama Ingiltere'de alisilmis turde hizli degildi. bu benim icin bir avantajdi, boylece bolca fotograf cekebildim. yanima iki kitap almistim, gidis-gelis 10 saat diye. ama etrafi seyretmekten, her seyin fotografini cekmekten, ic gecirmekten pek vakit kalmadi. zaman nasil gecti anlamadim. tren o denli rahat, gorduklerim de o denli guzeldi ki, yolculuk bitmesin, biz trenle devam edelim istedim. trende etrafi seyrederken fark ettim, norvec bir doga harikasi.

elimde o kadar cok fotograf ve aklimda bahsedilecek oyle cok sey var ki, neyi nasil anlatayim diye dusunuyorum. herseyi bir yaziya sigdirmak cok zor. elbette bazi seyler elenecek, pek cok sey tek bir cumleye sigdirilacak ve hatta bu seyahat bolumlere ayrilarak anlatilacak. ama illa ki bir noktadan baslanacak. o nokta da Oslo sehir merkezi olsun.

Oslo'nun en islek caddesi, tum azametiyle the Grand Hotel'in hakimiyeti altinda.

oslo'nun merkezi ve en onemli caddesi, Karl Johans Gate. Cadde, ismini donemin Norvec ve Isvec Krali Karl Johan'dan almis. tum ulkenin en onemli enstituleri bu cadde uzerinde yer aliyor. Norvec Parlamentosu (Stortinget), Milli Tiyatro (Nationaltheatret), Oslo Universitesi ve caddenin sonundaki Kraliyet Sarayi (Slottet)... Milli Galeri (Nasjonalgalleriet) ve Tarih Muzesi (Historisk Museum) gibi diger onemli noktalar da caddeye paralel sokaklarda yer aliyor.

Nasjonelgalleriet gezinin en guzel noktalarindan biriydi. oldukca zengin bir koleksiyona sahip galeri, ozellikle empresyonizm ve romantizm akimlarina vurgu yapiyor. Edvard Munch, J.C. Dahl, Harald Sohlberg, Christian Krohg gibi taninmis Norvecli ressamlarin yani sira Edouard Manet, Claude Monet, Paul Cezanne, Auguste Renoir, Pablo Picasso, Amadeo Modigliani gibi dunyaca unlu daha nice ressamin calismalari galeride sergileniyor.

Nasjoneltheatret de Norvec drama tarihinde onemli bir yere sahip. bina 1899 yilinda, Norvec'in en unlu oyun yazari Henrik Ibsen'in bir oyunuyla hizmete acilmis. barok tarzda tasarlanmis, etkileyici bir mimariya sahip. bu anlamda, donemin diger Avrupa tiyatrolari ile benzer mimari ozellikler tasiyor.

Nasjoneltheatret


Karl Johans Gate'in orta noktasina dogru, Studenterlunden denen bir park alani var. burasi yazin gecit torenleri icin kullaniliyor. kisin ise, parkin ortasina buz pateni pisti kuruluyor. doga sartlarinin uygunlugundan, norvecliler daha ilkokulda paten kaymayi ogreniyorlar. goruyorum, ilkokul cocuklari beden egitimi derslerinde, kaya kaya buz pistine cevirdikleri okul bahcelerinde buz pateni yapiyorlar. oslo'da, muzik esliginde paten kayan buyuk ve kucukleri izlemek bile cok eglenceliydi.


Karl Johans Gate'nin tepe noktasi Kraliyet Sarayi. aslinda ben saraylari sevmem, cunku abartiyi sevmem. ancak bu sarayi gorunce biraz sasirdim. Norvec Sarayi, diger saraylardan farkli olarak disaridan oldukca sade bir goruntuye sahip. en onemlisi de, etrafinda cok buyuk bir koruma kalkanina sahip olmadan, kolayca ulasilabilir gibi durmasi. sarayin iki yanindaki park da halka acik. inanin, amerikan konsoloslugu'nun etrafinda daha ciddi bir koruma var. Norvec Kraliyet Ailesi hakkinda alcak gonullu ve halka yakin insanlar olduklari soylenir, belki bu yuzdendir diye dusundum, bu abartisiz ve halkin yaklasmasina izin veren koruma anlayisi.

Kraliyet Sarayi, Karl Johans Gate'in tepe noktasinda, caddeyi on cepheden gorecek sekilde yer aliyor. bu fotografta saray tam arkamda, onumde ise cadde goruluyor.

Karl Johans caddesini birakip sehir merkezinin dogu kiyisina gittigimizde ise deniz kenarina variyor ve unlu Oslo fiyortlarini goruyoruz. dik kayaliklarla cevrili dar ve uzun koylara, fiyort deniyor. Norvec, fiyortlariyla unlu bir ulke, hatta ingilizce'deki fjord kelimesi, Norvecce'den gelmekte.

deniz kenarina vardigimizda saat 16.30 idi. gunes, gokyuzu ile vedasini tamamlamak uzereydi.

deniz kenarinin ozellikle yaz aylarinda sehrin en populer yeri haline geldigi cok belli. alisveris merkezleri, cafeler ve restoranlar yanyana dizilmis, fiyortlara bakiyorlar.

deniz kenari, cafeler kadar sIk alisveris merkezleri ile de dolu.

deniz kenarinda yururken, norvecliler'in deniz ile olan askini ve balikciligin norvec gunluk hayatindaki yerini daha iyi anliyorsunuz. norvec hakkinda bir yazi, bir deniz feneri fotografi olmadan tamamlanamazdi. bu fener de, oslo deniz kenarinda yururken karsiniza cikan hos yapitlardan sadece biri.



bir sonraki: nobel peace center, viking gemileri ve Oslo'da yeme-icme.