24 Nisan 2009 Cuma

yara izi

hande ile en büyük derdimiz, ikimiz de bisikletlerimiz üzerindeyken elele tutuşmak ve bir süre öyle gidebilmekti. ya onun ya da benim yüzümden bir türlü aynı hızı tutturamaz, istediğimiz kadar uzun süre gidemeden bırakmak zorunda kalırdık ellerimizi.

yine bisiklet üzerinde ki denemelerimizden birinde aynı hızı tutturamadık ve o dengesini kaybetti. ellerimizi bırakmamız gereken yerde elimi bırakmadı ve onunla birlikte ben de sürüklendim. kızmıştım çünkü elimi bıraksaydı ben düşmeyebilirdim. dizlerimdeki çocukluk hatırası yara izlerinden biri eksik kalabilirdi. ama olmadı.

bazen, elini tuttuğunuz kişi dengesini kaybedip düşebiliyor. ve düşerken sizi de beraberinde sürükleyebiliyor. canınız yanmış dizleriniz kanarken kızıp bağırıyorsunuz. benim de düşmeme neden oldun diye kızıyorsunuz. oysa yapmanız gereken nefesinizi bağırarak harcamak değil, yaranın üzerine üflemek. bir müddet sonra nefesiniz tükeniyor. o yüzden yara merhemini de bir yerlerden bulup getirmek ve paylaşmasını bilmek gerekiyor.

her yara zamanla geçer ama siz izin vermez, kaşımaya devam ederseniz iyileşmiyor. önce kabuk tutması gerek. onu başka darbelerden korumak gerek çünkü en ufak bir darbede acıyor hatta yeniden kanıyor. yarayı iyileştirmek özen istiyor, sabır istiyor.

bazen izi kalıyor yaranın. ama iyidir yara izleri. estetiği bozmaz. tam aksine, hayatı boşa geçirmediğini, yaşadığını gösterir. "çocukken sokaklarda oynadım, düştüm ve kalktım ben" dersin böbürlenerek. dizindeki her yara izine bakarak, zamanında her biri için nasıl ağladığını, her birinin canını nasıl yaktığını, ama zamanla onlardan geriye şu artık acımayan izlerin kaldığını hatırlarsın. ve o izler olmasa unutacağın eski acılarını...

dizimde bir sürü yara izi... hangisi hande'yle düşmemden kalma biliyorum. o gün canımın nasıl yandığını, ağladığımı hatırlayabiliyorum. izi burda. ama dokunsam acımaz.

20 Nisan 2009 Pazartesi

fırtınadır geçer...

deniz bazen süt liman, bazen dalgalı. hava bazen güneşli, bazen fırtınalı.

kaptanın iyisi fırtınalı havada belli olur diyorlar. öyle. insanın asıl sınavı fırtınada, hatta suyun altında kaldığında başlıyor.

insanın asıl sınavı bu; kendini yıkarı çıkarmak için bir diğerinin batmasına neden olmak ya da olmamak.

bazen hemen çıkılmıyor su yüzeyine. çırpınmak, mücadele etmenin yerine geçmiyor. asıl mücadele, o fırtınada iyiye, güzele olan inancını kaybetmemek. asıl zor olan, inancını kaybetmeden beklemek. suyun kaldırma kuvvetine inanıp, beklemek.

beklemek boşa zaman harcamak değil. yeniden su yüzeyine çıkacağın anı beklerken etrafında ne olduğuna bakar, diğerlerinin suyun dibinde nasıl göründüğünü izler, gerçek renklerini görürsün. batmak bazen iyidir. hem sen yüzeye çıktığında dalga kıyıdaki pislikleri de alıp götürmüş olur.

fırtına gelir, bildiğini sandığın her şeyi alır gider. değişmez dediğin değişir. bir varmış bir yokmuş misali, bir sabah uyanır ve dün inandığın şeylerin bugün yanında olmadığını görürsün. neye yarar dersin. kumdan kaleler misali, tek bir dalgada yıkılıyorsa, ne gerek var emek vermeye, zaman harcamaya dersin.

dersin... ama sonra bahar gelir, şöyle bir etrafına bakar ve görürsün ki hayatta değişmeyen şeyler de var. bak mesela eriğin ve şeftalinin dalları... bu sene de yine kış sonunda çiçek açtılar. bak, bazı şeyler hiç değişmiyor. sen de bekle, çiçeklerin açmasını bekle.

fırtınadır, gelir geçer. fırtınada taşlar da oynar yerinden. ama hep yeni yerler bulurlar kendilerine. merak etme, hiç biri havada yersiz yurtsuz kalmaz. sen de unutma, gün gelir fırtına çıkabilir, suyun altında da kalabilirsin. ama sen hep suyun kaldırma kuvvetine inan. seni suyun altında bırakan dalganın, suyun yüzeyindeki pislikleri de alıp götüreceğine inan.

ve inanırsa insan kork ondan.

14 Nisan 2009 Salı

Norway... duuz pua

sarki: Alexander Rybak - Fairytale

her yerde erovizyon. biz de belirleyelim favorimizi ki bir heyecan olsun.

benim erovizyona olan ilgim yurtdisi ile baslamisti. uzaklarda istiyorsun ki ulkenle ilgili bir sey begenilsin, takdir gorsun. sertab erener birinci oldugunda oyle sevinmistim ki, ertesi gun okulda tebrikleri toplarken hafiften gogsum kabariyordu, sanki ben kazanmisim gibi. sacma ama oyle iste...

bu sene benim favorim Norvec. cok eglenceli bir sarki. bir kere cocuk (Alexander Rybak) cok yetenekli. hani sahneye cok yakisiyor derler ya... sesi guzel, violini calisi guzel, mimikleri hareketleri guzel, sarki guzel, sozler guzel... daha ne olsun.

7 Nisan 2009 Salı

tokat gibi bir film - Revolutionary Road

sarki: Ink Spots - The Gypsy

Revolutionary Road, insana sıkı bir tokat atan filmlerden. seveceğimi en başından biliyordum da bu kadar etkileyeceğini tahmin etmemiştim. konusu kısaca, hayat. olduğu gibi, çıkmazlarıyla, umutlarıyla, hayal kırıklığıyla, boşluğuyla ve çırpınışlarıyla hayat.

bütün dertleri, yaşamak! kendilerini bir zamanlar hissetikleri gibi yeniden yaşıyor hissetmek isteyen evli bir çift. hayatın olağan sıradanlığından kurtulma çabaları, başka bir yerde, başka bir şey olma, başka bir hayatı yaşama umudu.

hayatın boşluğunu dolduracak her ne ise onu, başka bir yerde arama çalışmasına girişiyor karı ve koca. istedikleri hayatı başka bir yerde bulmayı arzuluyorlar. planlar yapılıyor. ama hayatın önlerine çıkardığı engellere takılıp ya da cesaretsizliklerine yenilip, vazgeçmek zorunda kalıyorlar. biri gidemiyor, diğeri kalamıyor. ve içine saplanıp kaldıkları bu çıkmazda, birbirlerinin sonunu getirecek suçlamalar ve cezalandırmalar geliyor.

onların o çırpınışları öyle tanıdık, öyle olağan, öyle hayatın içinden bir şey ki... onlar mutluluğu başka bir yerde aradıkça kafamda dönüp duruyor sorular. neden yaşamak için hep buradan başka bir yere gitmek gerek? o arzulanan hayat neden burada, olduğumuz yerde yaşanamaz? hayatın bir yere varmaz yollarından kurtulmak için, bizi soktuğu sıkıcı dönemeçlerinden çıkmak için çözüm, başka bir yere gitmek midir?

ve filmin (ve hayatın) asıl dileması: arzuladığın hayatı kovalamak omurgalı olmak mıdır, yoksa omurgalı olmak sorumluluklardan kaçmayıp onları sırtlayabilmek midir? doğrusu hangisi, ne pahasına olursa olsun arzuladıklarının peşinden koşmak mı, yoksa kendine ve yanındakine zarar verdiğini gördüğünde durabilmek mi? hayat önüne engeller çıkardığında kabul edip durmasını bilmeli mi, yoksa hep zorlamalı mı?

film bitiyor ama soruları bitmiyor... aklımda en çok kadın kahramanın tokat gibi repliği kalıyor: "sadece tekrar yaşama dönmemizi istemiştim. yıllardır ikimiz de dünyadaki en harika çift olduğumuz sırrını paylaşmıştık ... halbuki hiç bir zaman özel olmadık, kaderimizde yokmuş".

sorun özel olmayı arzulamakla başlıyor belki... sanki film alttan alta, hepimiz özeliz, ama herkes kadar diyordu. sanki üstün olmadığını kabullenebildiğinde hayat daha yumuşak olur der gibiydi... vazgeçmek ve kabullenmek aynı şey değiller. ama aradaki farkı görmek de kolay değil. kabullenmek, kaybetmek değil. değil ama ne, bilmiyorum.