31 Aralık 2010 Cuma

çayırda çimende 2010



Koca bir yıl döndüm dolandım bu türküyü dinledim. Her dinleyişimde, kırları hayal ettim. Bilmediğim diyarları özledim. Ben bu yıl, doğayı çokça seyrettiğim için mi bu türküye takıldım, yoksa bu türküye takıldığım için mi doğayı seyre daldım, bilemiyorum. Çok da önemi yok. Her seferinde içimi koskocaman bi sevgiyle kapladı. Hani o çimenlerin arasından biri kopup gelse koşar boynuna atlardım, öyle de hissettirdi.

Şimdi 2010’u düşündüğümde, en çok bu duygular var aklımda. İrili ufaklı dalgalanmalar arasında bu ve benzeri türkülerle, şarkılarla sakındım kendimi. 2010 sığındığım bir limandı. Bir yanım burada kalsaydık, iyiydi diyor. Diğer yanım ise, o sakinlik devam etsin, biz demir alalım diyor.

Heyecanla istediğim şeyler, ve bunlara dair umudum var. Umut en son terk edermiş. Dilerim umut bizi hiç terk etmesin.

Dilerim her şey hepimiz için iyilikle, güzellikle ve sağlıkla olsun. Gerisini bi şekil hallederiz nasıl olsa :)

Sevgimle,
müzi.

21 Aralık 2010 Salı

Hayat



Christmas tatili başladı. Çoğunluk evine döndü, dönüyor ya da kardan kapanan havaalanlarında bekliyor. Ben buradayım. Dedemse bir haftadır hastanede, bir makineya bağlı. Büyükler belli bir yaşa gelince, insan kendini o haberin geleceği güne hazırlıyor. Yine de 90 küsur yaşındaki dedemden ümidin kesilmesi üzüyor. Bir boşluk var. Hatırladıkça gözlerim doluyor, boşalıyor. Sonra derse dönüyorum.

Sonra filmlere dalıyorum. Sonuncusu Dilber’in Sekiz Günü idi. Dilber duru bir güzel, Mehmet de yalnız, topal ve sevilesi bir adam... Dilber’in bir bardak ayran ikramıyla, bir tencere fasulyesiyle mutlu olan bir adam. Yalnızlığı biliyor ya, ikram edilen ayranın da, pişirilen fasulyenin de değerini biliyor. Mehmet işte öyle güzel.

Bu türküyü filmde Mehmet Dilber’e söylüyor. “Ey Dilber” diyor, “sen hem gülsün, hem reyhansın. Sen hem dertsin, hem dermansın, hem hekimsin hem lokmansın. Mahvolmuşum ben, halim kötü”.

Dilber'e seslenebilsem diycem ki Dilber, sev şu Mehmet'i.

Bir sürü küçük ama iç burkan detayıyla, gösterişsiz hoşluklarıyla film bitiyor. Belki de izlerkenki ruh halimden, film içime işliyor, en çok da Mehmet.

Ertesi gün oluyor evi arıyorum. Annem poğaça yapmış. Kokusu buraya geliyor. Ve hayat devam ediyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Çakıl




Geçen hafta, az biraz yoğun ve sıkıntılı geçti. Sıkıldıkça dersten kaçıp bedri rahmi eyüboğlu'na sığındım. Gecenin geç saatlerinde o vardı yanımda, dilimde, kulağımda, gülümsememde, göz yaşımda.

Hava çok soğuk. Ama ben Çakıl’ı okurken, buraya bahar geliyor.


seni düşünürken
bir çakıl taşı ısınır içimde
bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
bir gelincik açılır ansızın
bir gelincik sinsi sinsi kanar

seni düşünürken
bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
deliler gibi dönmeye başlar
döndükçe yumak yumak çözülür
çözüldükçe ufalır küçülür
çekirdeği henüz süt bağlamış
masmavi bir erik kesilir ağzımda
dokundukça yanar dudaklarım

seni düşünürken
bir çakıl taşı ısınır içimde

20 Kasım 2010 Cumartesi




"Hiç kimse olmaya cesaret et Filipina. Hikayeler orada başlar. Düşlerinin kırıldığı yerde..." (muz sesleri, sf: 74)

aşağıda anılardan ve hayallerden söz etmişken, bir mektubun içinde bu satırlar geldi.

düşler kadar, düş kırıklıklarının da bir başlangıç noktası olduğunu hatırlattı. gerçi hiç unutmamıştım...

14 Kasım 2010 Pazar

anılar ve hayaller




Şu koku dedikleri nelere kadir. Halbuki alt tarafı buzdolabını temizliyorduk. Kimin olduğu bilinmez tarihi geçmiş şeftali suyunu lavaboya boşaltıyordum. Bir zamanlardan çokça aşikar olduğum Robinson marka konsantre şeftali suyunu. O zamanların haftalık alışveriş listesinin olmazsa olmazı idi Robinson.

Robinson döküldükçe saçılan o mis koku ile ben bulunduğum yerden 5 sene öncesine ışınlanıyorum. Robinsonlu sofralara... Mavi pötikareli masa örtüm üzerinde mavi-turunculu yemek tabaklarıma... Gıcırdayan, rahatsız masa sandalyelerime... Mutfak penceremden görünen elma ağacının dallarına. O günün yemeklerine methiyelerden sonra girişilen sofra muhabbetlerine... Robinsonlu yıllara.. Oradayım, etrafa bakıyorum.

“Sahip olduğunuz en değerli şey” sorusuna, “anılarım” diye cevap vermiş bir arkadaşım. Ne tatlı bir cevap. Anılarım çok değerli. Ama yine de bu cevap benim için çokça eksik.

Ortak bir geçmişe sahip olduğum ya da geçmişimi bilen insanlarla yaptığım sohbetler sıcacık gelir bana. “Ne gülmüştük hatırlıyor musun...” ya da “neydi o zamanlar..” diye başlayıp devam eden sohbetler. Bir güven duygusu vardır orada. Bilmekten ve zamanla sınanmış olmaktan doğan güven duygusu. Anılarım bu yüzden çok değerli.

Ama aynı anılarda yer almak kadar güzel olanı, ortak hayaller kurabilmek. Ortak bir geleceğe bakabilmek ve aynı gelecek içinde yer almayı istemek. İşte bu yüzden anılarımı hayallerimden üstün tutamıyorum; aynı hayalleri kurabildiğim insanlarla birlikte olmak içimi bir o kadar ısıtıyor.

Hem hayallerin değerli olması için illa gerçekleşmelerini beklemek gerekmiyor, “şu an” içinde bir hayali paylaşabilmek bile bana yetiyor.

Soruya geri dönüyorum: kendim için düşündüğümde en güzeli, geçmişi ve geleceği birleştirebilmek. Anılar biriktirebildiğinle, aynı hayali düşlemek.

1 Kasım 2010 Pazartesi

bi dilek tuttum

yazmıyorum, halbuki aklımda düşünceler durmak bilmiyor. bir cümleyi bitirmeden diğerine başlıyorum.

bu yaz ve sonbahar da az biraz üzüldük ama bunlar son kalıntılardı. bekleyen bir nokta idi, onu da koyduk. en sona küçük bir kutu bıraktım; o da diğer anıların yanında dolabın kuytusunda yerini aldı. hüzünlendim mi? evet. ferahladım mı? evet.

bekleyen pek çok iş var. ama ben şu an çok huzurluyum. her şey gibi bu huzur da geçer biliyorum. o yüzden huzurumu olacaklardan bağımsız kılmayı öğrenmeye çalışıyorum.

şimdi baştan başlıyormuşum gibi değil, kaldığım yerden devam gibi. en kıymetlilerimizin sarıp sarmalaması bir başka, ama yine de en sıcağı, kendimize açtığımız kucak. işte şimdi o kucağa kendini bırakır gibi.

yalnızlık Allah'a mahsus, ama yalnız kalmaktan korkmadan yola devam etmek gerek. şimdi ne olacak diye dertlenmeden, nereye kime diye düşünmeden, bir başına olmaktan korkmadan yaşamayı öğrenmek gerek. karanlıktan korkmadan, gök gürültüsünden korkmadan, fırtınadan korkmadan... korkuyla değil ama merakla yaşamak gerek. hep öğrenmek gerek. bi de kaderle barışmak gerek. onu düşman değil dost belleyip, şimdi ne getirdin deyip gülümsemek gerek. barışmak gerek, küs olunan her ne varsa. sevmek işte.. sevmek gerek; öncesini ve sonrasını...

ben bu hafta sonu bir dilek tuttum. olursa çok sevinicem, olmassa diye korkmamayı da öğrenicem.

28 Eylül 2010 Salı

eylül'ün ardından...

Eylül, başıma ne geldiyse hep senle geldi. canın sağolsun, yine de güzel, hep güzelsin.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Başak tarlaları meselesi... ya da benim derdim...

Tilki şaşırmış, meraklanmıştı:
-Yoksa başka bir gezegende mi?
-Evet.
-O gezegende avcı var mıdır?
-Yok.
-Bak, bu çok ilginç. Peki ya piliç?
-Yok.
-Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor, dedi tilki içini çekerek. Ama hemen konuya döndü:
-Hayatımda hiç değişiklik yoktur. Ben piliçleri avlarım, insanlar beni avlar. Bütün piliçler birbirine benzer, bütün insanlar da. Doğrusu epey sıkıcı. Ama beni bir evcilleştirsen, hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden bambaşka bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, öteki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu, çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün! Altın rengindeki başaklar seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgarı dinlemeye can atacağım.

Tilki sustu ve uzun bir süre Küçük Prensi süzdü:
-Ne olursun evcilleştir beni, dedi.
-Çok isterdim, ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım.
-Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan, beni evcilleştir işte...
-Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?
-Çok sabırlı olacaksın. Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler yanlış anlama kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun...

Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
-Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur, dedi tilki, söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana. Ama gelişigüzel gelirsen, içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmuyor.
....
....
Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca tilki:
-Ah dedi, gözyaşlarımı tutamayacağım.
-Suç sende, dedi Küçük Prens. Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin evcilleşmeyi.
-Orası öyle.
-Şimdi de gözyaşlarını tutamıyorsun.
-Orası öyle.
-Öyleyse bundan bir kazancın olmadı!
-Oldu, oldu, dedi tilki, başak tarlaları meselesi...
(Küçük Prens, sf:84-7)

31 Ağustos 2010 Salı

Ahoy!

Geride kalanları çöpe atıyorum. Neden sorusunu da artık sormuyorum. Bu sorunun bir zamanlar zamanımdan yemiş olmasına yanmıyorum. Öyle olması gerekti.

Hayat seçimlerimizdir diyorlar. Ben seçimimi önceden yapmıştım, değiştirmiyorum. Kin, intikam gibi duyguları almıyorum. Zorla bir şey olmuyor, o kapıdan girmiyorum. Bu seçimimle kırıklığıma şahit olmuş, bilen herkesi üzüyorum, sevmediklerini sevindirdim diye.

Ancak ben rahatım. Çok şey kazandım, üstelik yarışta değilken.

İçim öyle süt liman değil. Sadece güzel sesler duyabildiğim çok güzel bir çalkantılı denizdeyim. Kendimleyim. Lodos pislik getirir, lodosa arkamı dönüyorum.

11 Temmuz 2010 Pazar




Baştan sona dandik bir romantik komedi filmi Hope Floats’u bir gece televizyonda izlemiştim. Filmin sonunda iki çift laf etmişti kadın karakter:

“Başlangıçlar ürkütür, sonlar genelde üzücüdür. Asıl önemli olan ortalardır. Yeni bir başlangıcın önünde dururken bunu hatırla”.

Filmden sadece bu cümleler kaldı bende. Şu an önümde duran ve içtiğim çaydan çıkan küçük kağıdın üzerinde de, “gücün, hayatı ne kadar sakince, huzurla ve sessizce karşıladığınla ilgili” yazıyor.

Belli aralıklarda dönüp dolaşıp yeniden bulduğum ve hep sevdiğim o şiirinde ise Nazım, “...anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı” der.

Bir kaç gündür rüyalarım karmaşık. Önümde beklemekte olan değişiklikler, yenilikler huzursuz ediyor belli ki. Yukarıda yazılanları hatırlayarak sakin durmaya çalışıyorum. Sakinlik ve dinginlik... Huzurun en sevdiğim halleri...

24 Haziran 2010 Perşembe

"denizde akşam"



bendeki bildiğin bağımlılık halini aldı.

dinlemeden edemiyorum.

günün hangi saati dinlersem dinleyeyim, yüzümde bir gülümseme, içimde bir huzur...

bu çaldığı müddetçe herkese, her şeye aşık olabilirim sanki. öyle bir güç doğuruyor içimde.

sussun istemiyorum.

bildiğin bağımlılık..

15 Haziran 2010 Salı

dünden beri...



dünden beri bu çalıyor kulaklığımda. "ecelimden evvel öldürme beni" diyor. bu sözlerle bir biz oynarız herhalde. öyle lafın gelişi değil ama, kalkıp bildiğin gibi oynuyoruz işte :)

9 Haziran 2010 Çarşamba

bu sabah...




Bu sabah, komidinin üzerinde, şu son gecelerimin ortağı Faulkner’ın yanında buldum onu.
Kaybettiğim kolyemi.
“Hoşgeldin” dedim. Hiç sormadım bile nerdeydin diye...
Boynuma da takmadım. Ya yokluğuna, ya da şu an boynumdaki yoldaşıma alışmışım.
Düşündüm halbuki ne çok aramıştım ben onu, ne üzülmüştüm.

Geçenlerde bir gece, yine gözler bir yerlere dalmışken, bir de Erdal Güney o çok sevdiğim Gül Kokuşlum'u söylerken, yine böyle hissetmiştim.
Önce, bizden gidenin ardından dökülüyor yaşlar. dökülüyor, dökülüyor...
Ne zaman sonra, bizim de artık onda olmadığımızın farkına varınca, yine bir kez daha dökülüyorlar. asıl o zaman hoşçakal diyoruz. ve bu hoşçakal bu sefer bizden taraf ya, işte ayrılık da asıl o zaman. bunu fark etmek bile bir kez daha sızlatıyor insanın içini.

Bu sabah, kolyemi aldım, boynuma değil, diğerlerinin arasına koydum. Geçen geceyi hatırladım.

sonra dedim, ben Gül Kokuşlum'u bir süre dinlemeyeyim. nasıl olacaksa..

1 Haziran 2010 Salı

32




Hoş geldin.
Hiç böyle geleceğini düşünmemiştim.
Ben sandım ki sen geldiğinde ben başka yerlerde, başka hallerde olurum.
Kısmet böylesineymiş.
Olsun gel. Hoş geldin.

Seninle olan zamanımızı sakin sakin geçirelim diye, bugün sakin karşıladım seni.
Baş başa, en sevdiğim yerde.
Sonra bugün seninle, dünya için küçük ama bizim için büyük bir iş yaptık.
İsmini sildik listeden, telefondan, emailden.

Sana bir enkaz bırakmamak için epey uğraştı 31.
Senden önce bana tekrar tekrar salık verdi: “herkesi affet, her şeye boş ver”
Epey bir şey öğretti.
Merak etme insana dair hiçbir şey şaşırtmayacak bizi bir daha.

Ama ola ki bir şey olursa, ola ki hazırlıksız yakalanırsak yine, önümüzde asılı o satırları tekrarlicaz.
Hani yine bir acil durumda Hızır gibi yetişen o mısraları:
“silahlarını bırak, takma kafana,
sağlık olsun, bu da geçer
hem ne çıkar geçmese de”...

32.
Hoş geldin.
Gel.

20 Mayıs 2010 Perşembe

gün ortası...




Çok zaman oldu ses vermeyeli biliyorum. Merak eden olursa, iyiyim çok şükür.

Biraz bahar çarpmasından, biraz başka işlere dalmaktan yazamadım buraya. Ama çokça bahardan. Bahar beni hiç böyle çarpmamıştı, nedendir bilemedim. Ya da bildim de, diyemedim..

Burası baharda öylesine güzel ki... Renk renk çiçekler, ağaçlar... Her gün günbatımını izlemeye gayret ediyorum. Nefes aldığımı fark ettiğim ve aldığım her nefes için şükrettiğim saatler onlar.

Hayat güzel de, bazen gaddar mı, yoksa “hayat böyle işte anla” mı demeli, bilemiyorum. Buradan Türk bir arkadaşımın kanser olduğu haberini aldık. Daha 30 yaşında. O günden beri onun için hayat, artık aynı hayat değil. Yine buradan bir arkadaşım, geçen hafta annesinin hastalık haberini aldı. Bugün apar topar ülkesine döndü, ne zaman gelecek belli değil, önemsemiyor da. Annesinin beyin ameliyatına yetişebilmek, onun için tek önemli şey şu an. Ve de şu iki gündür takip ettiğim 28 madencinin haberi... Sevdiklerinin fotoğraflarına bakıp dünden beri ağlıyorum. Bunların yanında güzel haberler de var. Çok sevdiğim bir arkadaşımın Efe’si doğdu. “Nasılsın” diyorum, “oğlum karşımda uyuyor, artık benim nasıl olduğumun önemi yok” diyor. Öyle de gururlu bir baba oldu ki, içim eriyor o Efe’yi anlatırken. O en çok sevdiğim/istediğim ismi kullanmış olmasını kıskanamıyorum bile.

Hayat böyle işte. Bir anda, bazen tek bir haberle, bazen tek bir kişiyle, her şey değişiyor. Hem de öyle bir değişiyor ki, bir daha eskiye dönüş mümkün değil.

Düşünüyorum, farkında olmadan geçirdiğimiz her saniye bir kayıp. Hayat bir var, bir yok. Ve sırf bu yüzden, tek bir günbatımı bile, ve hatta tek bir dostça sohbet, tek bir tebessüm, tek bir el tutuş, tek bir nefes alış, tek bir sarılış, tek bir helallik bile çok ama çok değerli... Her şeyi unutup yola devam ediyoruz da, o yola temiz bir vicdanla devam edebilmek en önemli şeymiş, bunu düşünüyorum etrafımdaki şu hızla değişen hayata bakarak, bir yanlış yapıp da o yanlışı düzeltecek vakit olmassa diye endişelenerek...

Çok kederli bir yazı olmadı inşallah. Öyle bir halet-i ruhiyede yazmıyorum. Ama yine de yazıya Cengiz Özkan eşlik etsin istedim, içimize bir su serpsin diye. Su verenleriniz de çok olsun, böyle derdi büyükbabam, nur içinde yatsın.

13 Mart 2010 Cumartesi

senden bana yar olmaz...



hiç de manidar bir şekilde koymuyorum bu videoyu. sadece, bir cumartesi günü ders çalışmak için geldiğim şu ofiste, güneşin battığı vakitlerde, tekrar tekrar bu türküyü dinlediğimi not düşmek için... ötesi berisi yok.

bir de, cengiz özkan'ın sesi olsun istedim blogda. bana bu bitmekte olan haftayı hatırlatsın diye...

27 Şubat 2010 Cumartesi

ha bu ander sevdaluk...




gözlerim ne zaman bir şarkı ile dolsa, onu düşündüğümü sanıyorlar.

oysa ben her karadeniz türküsünde, ananemi düşünürüm.

19 Şubat 2010 Cuma

yetinmeyi bilir misin?

dünyalar güzeli bir kız. sanırsın ki öyle güzel biri hayatta ne dilese olur. sanırsın ki öyle güzel birinin kalbini kimse kırmaya teşebbüs etmez. sanırsın ki öyle güzel biri asla yalnız kalmaz. ama yalnız. neden diye sormuyorum bile. nedeni gözümün önünde.

gözü hep bir eksik arıyor. koskoca bembeyaz bir kağıt varsa, o gidiyor küçücük bir siyah noktaya takılıp dert ediniyor. dilediği her şey olsa dahi, dünyalar onun olsa dahi o, ama evren benim değil diyecek. hayatta tüm istekleri gerçekleşse dahi, o hep bir eksik bulacak. ev tertemiz ise, o gidip tozlu kalmış bir köşeyi gösterip, bak diyor. anlatamıyorum ona.

açgözlülük değil onda ki, ama sanki hep bir rekabet, hep bir onda var bende yok rahatsızlığı. ona bakıp, mutluluk, yetinmeyi bilmekle mi ilgili diye düşünüyorum. görmüyor, mutsuz olmak için nedeni yok, ama o mutsuz. çünkü, sahip olmadığı şeyler var, sanki herşeye sahip olmak mümkünmüş gibi. şu yok bu yok diyor. oysa ben, daha ne olsun demek istiyorum. ama duymayacak. bu tür şeyler bir insana nasıl anlatılır bilmiyorum. ona bakıp düşünüyorum. zenginlik dediğin, çok şeye sahip olmakla değil, sahip olduklarını görebilmekle ilgili.

2 Şubat 2010 Salı

biraz derdim var ama uzun sürmez...




biraz derdim var ama uzun sürmez
hemen burada çimin üzerine uzandım mı
yakında tüm dertlerim geçer
çünkü şe-şe-şe, şe-şe-şe
şe-şe, şe-şe, şe-şe şeker kentteyim

..........

son zamanlarda çok güzel filmler izliyorum. "500 Days of Summer", aşk filmi olmadığını iddia eden ama aşkı çok güzel anlatan bir film. film bana, Alain de Botton'ın, Essays in Love / Aşk Üzerine kitabını hatırlattı. aşkın yükselme, duruksama ve çöküş devirleri, ve bu devirlerin insan bünyesinde yarattığı yan etkileri anlatılıyor. daha başlangıç sahnesinde anlıyoruz, orada kırık ve kızgın bir kalp var. ancak bu ağlatan bir film değil. tam aksine, "hah işte, bende de böyle oldu" dedirten ve insanın kendi haline bakıp güldüğü bir film.

iyi ki izlemişim dediğim bir diğer film ise "Away we go". romantik-drama-komedi türünde bir sam mendes filmi. 30lu yaşlarında henüz bir baltaya sap olamamış çiftimiz, ilk çocuklarına hamile kalınca hayatlarında yeni bir düzenlemeye, yeni bir arayışa girişiyorlar, hatta girişmek zorunda kalıyorlar çünkü o zamana kadar taş taş üstüne koymamışlar.

bu yeni hayat arayışı, içinde bolca endişe barındırıyor. film, hayatın zorluklarının ve o zorluklar karşısında yıpranan, tükenen insanların, ilişkilerin farkında. ama aynı zamanda, yanındaki insanın elini sımsıkı tuttuğunda, birlikte gülebildiğinde, paylaştığında, hatta korkuyu da paylaştığında, herşeyin daha kolay olacağını hatırlatıyor. Burt, Verona'ya defalarca evlenme teklifi ediyor. Verona ise her seferinde reddediyor (filmin sonunda öğreniyoruz nedenini). ama Burt'e söz veriyor. o "söz" sahnesi, filme anlamını veren ve filmden ayrılırken yanınıza aldığınız sahne oluyor. abartısız ama gerçek "söz"ler. ve biliyorsunuz ki o sözler tutulacak çünkü içinde samimiyet var.

"away we go" çok güzel bir film. ve bir masal anlatmıyor. hayatta hep belirsizlikler ve sürprizler var. ama şanslıysak, o en deli an geldiğinde kaçıp gitmek yerine, yanımızdakinin eline tutunmayı akıl edebiliyorsak, bir kurtuluş şansı doğuyor. çünkü gerçekte kaçıp gittiğin yer, asıl hapsolduğun yer oluyor.

23 Ocak 2010 Cumartesi

yonca, dört yapraklı



kıyafetlerimi aradım taradım. yatağı ayağa kaldırdım. evin altını üstüne getirdim. en sevdiğim kolyem nereye düşmüş, bulamadım.

önce üzüldüm. sonra, amaaan sen de, hadi gidip yeni kolye alalım dedim.

vitrinde onu görür görmez, ben zaten dedim, bayılırım yoncalara. yeşillikler içinde gördüm mü yoncaları, dört yapraklısını aramaya koyulurum. bulduğum da olur hani.

giden kolyemi, üzgün olduğum bir gün, bana moral versin diye almıştım. çok da sevmiştim. beğeneni de çoktu. ama belki, görevini tamamladığı için gitti. eskisi kadar ihtiyacım yok şimdi ona. güzel bir zamanda gitti. e böyle gidişlere can kurban, di mi ama?

yenisi, sadece şans getirsin diye değil. ama bana hep umut verdiği için. her dört yapraklı yonca bulduğumda yaşadığım sevinci hatırlatsın diye.

tüm gün, boynumdakiyle birlikte, bu iş zor yonca deyip durdum. zaten bu da en sevdiğim bülent ortaçgil şarkısıdır. hayatla ilgili ne güzel bir şarkıdır.

bu iş zor, çok zor yonca. ama boşver. bir yolunu buluruz nasıl olsa.