bazen, her türlü sesi kısıp, tüm olmasa da olurlardan uzaklaşıp, kendi içinde bir yerde en saf, en temiz, en kirlenmemişe dönmek gerekiyor. orada, dünyanın her türlü hali daha güzel, daha manalı..
içinde en değerli, en önemli olana dönmek, sanki odayı dolduran tüm gereksiz eşyaları dışarı çıkarıp, tertemiz bir boşluk yaratmak gibi. her bir şeyin ardında kalmış yüreğini karşına alıp uzun uzun bakışmak, birbirini anlamak gibi. elinle yüreğine dokunmak gibi. içindeki evine döner gibi.
4. Şevval Sam - Giden Gitti.mp3 by Unknown Artist on Grooveshark
jovano, jovanke... Makedonların, Bulgarların, Sırpların, Hırvatların kendi aralarında paylaşamadığı, herkeslerden çok bir bölgeye ait dünya güzeli halk şarkısı. Ailelerinin kavuşmalarına izin vermediği iki sevdalının şarkısı... Şarkının orijinalinde şöyle diyor:
Jovano, oturmuşsun Vardar'ın kıyısına beyaz çamaşırlarını yıkıyorsun. Beyaz çamaşırlarını yıkıyorsun sevgilim, şu tepelere bak yüreğim / Jovano, seni bekliyorum, evime gelmeni, ve sen gelmiyorsun sevgilim, yüreğim Jovano / Jovano, annen gelmene izin vermez, gel sevgilim, yüreğim Jovano.
Şevval Sam şarkıya Türkçe sözler yazmış. Müzik coşturuyor, sözlerse inceden sızlatıyor.
giden gitti, kalan kaldı,
aşk içimde yarım kaldı.
samanlık seyran oldu,
gidenin ardında hüzün kaldı.
elimi verdim kolum kaldı da
ben zavallıyı bi hal aldı.
seni o ilk gördüğüm anda
yanaklarımı bi har aldı.
Leyla ile Mecnun'u izliyor musunuz? ben arada atlıyorum, sonra yakalıyorum, bazen çok gülüyorum, bazense sanki içimdeki kördüğümlerin yansımasına izliyorum. bu gece de o bölümlerden biriydi. bittiğinde kafamda kendi sorularımı düşünüyordum. yazayım dedim.
çok sevdiğim de bir şarkısı var. ne anlatıyor tam olarak bilmiyorum aslında. tek bildiğim, her dinleyişte içimdeki pek çok soru, duygu ve düşünce ayaklanıyor, bir girdap olup beni içine çekiyor. tanımlaması zor. ama mesela...
çıkmazlarda kalıp çıkamayışı. bildiğin yerde kaybolmayı. bir girdabın içine düşer gibi içindeki kördüğümlere dolanmayı. vazgeçmeyi ama bir yerde asılı kalmayı. içinde sesler susmazken tek bir hece konuşamamayı. dolup taşarken damlayamamayı. bir kez başına geldi mi bir daha eskisi gibi olamamayı, mış gibi yapamamayı. bir kez öğrendiysen bir daha unutamamayı. ne aradığını bilmeyi ama nerede olduğunu bilmemeyi. aramaktan yorulmayı ama durmak nasıl olur bilmeyişi. içinde sağnak yağmurla kurumayı, kururken yanmayı, yanarken solmayı. ama hiç duramayışı. tüm bunların içine gönüllü düşer gibi, leyla'nın o zehiri bilerek içmesi gibi, hepsine son verebilecekken sanki bilerek içinden çıkmamak gibi. içinden bir tek mecnun çıkarabilecekken kurbağanın bir türlü prense dönüşmemesi, ve hatta mecnunun kurbağaya dönüşmesi gibi.
ve tüm bunları simsiyah bir şekilde değil de garip bir kabullenme, razı olma ve hayatın ta kendisiymiş gibi anlatışını seviyorum. bir yalana inanmaktansa hakikatin peşinde sürünmeyi tercih edişini seviyorum.
öyle işte. çok seviyorum bu şarkıyı.
Düşerken duramazsın
Susarken anlatamazsın
Belki de ne bileyim ben
Uzaksan duyamazsın
Bıraksan bulamazsın
Nerdeyim biliyorum ben
Yalan ne diyorsam ne duyduysam hep yalan
Yalan kim ne dediyse ne duyduysan yalan
Duramaz ki yanan
Bulamaz ki arar
Duruyorum ben
Yalan ne diyorsam ne duyduysam hep yalan
Yalan kim ne dediyse ne duyduysan yalan
Bilirsen unutumazsın
Aşikârı saklamayazsın
Kimdeyim arıyorum ben
Solarsan açamazsın
Kurursan damlayamazsın
Belki de kuruyorum ben
Yalan ne diyorsam ne duyduysam hep yalan
Yalan kim ne dediyse ne duyduysan yalan
"Tut ki güneş açtı. Papatyalardan taç yapar mı saçlarımıza?
Bilinmez efendimiz...
Yıldız kaydığında diler mi bizimle olmayı?
Sanmam efendimiz...
Ben de sanmam... Gidelim Olric...
Gidelim efendimiz..."
İlk dansı bununla yapmıştık. Planlamadan. Şansımıza bu çıktı biz de sevdik. Aklımıza gelmezdi şimdi şu hallerimiz. Bambaşka olacak sanmıştık, oysa kaderimizde yokmuş. O zaman bilemezdik.
Onca yıl derimin altına işlemişsin. Hala deri değiştiriyorum ben. Olur olmaz yerlerden çıkıyorsun ben deri değiştirdikçe azalıyorsun.
Şarkıda başkasını sevemem değişemem diyor, oysa ne çok değiştim ben, senin bildiğin gibi değilim artık. Saçım uzun ve daha çok açık bırakıyorum. Senin sevdiğin siyah göz makyajını hiç yapmıyorum. Senin asla sevemediğin şarkılar dinliyorum. Daha çok şiir okuyor, daha çok çay içiyorum. Gökyüzüne daha da çok bakıyorum. Daha çok şükrediyorum. Değiştim işte. Anlamadan, farkına varmadan, altına işlediğin derimi değiştirdim. Bir doğum yapar gibi acıdı. Sonra yavaştan geçti.
Artık bildiğin gibi değilim. Yollarım bambaşka, baktığım yer bambaşka, istediğim bambaşka, ben bambaşkayım. Gerçi hala kapı gıcırtısına oynuyorum. Hala kolayca ağlıyorum. Sen gördüğünde hemen sarılırdın. Ve hala masallara, şövalyelere inanıyorum. Bir de, bazen yaptığımız komiklikleri hatırlayınca hala gülüyorum. Bazı şakalar var kimse gülmüyor, sen olsan gülersin biliyorum.
Böyle işte... Zaman geçti, iyi geldi. Keşke demiyorum. Belki bir başka hayatta demiyorum. İnandım ki her şeyin bir nedeni var. Seninle yıkılan inançlarımı zamanla yeniledim, tazeledim. Dışardaki güzelliği görebilmek, içime alabilmek için.
Şimdi içimde sadece güzel anları saklıyorum. Ve 10 sene öncesini gülümseyerek hatırlıyorum.
Pek çok soğuk geceyi sıcak çay ve muhabbetle ısıttık. Ağladıkça sarıldık, sarıldıkça güldük. Sırlar paylaştık. “Şimdi hisar’da, salacak’ta, piyer loti’de olmak vardı” ile başlayan cümleler kurduk.
Vedadan önceki gece, “hatırlıyor musun” diye başlayan cümlelerle ortak olduğumuz sefil hallerimize güldük, güldük. Sonra “bir sayfayı kapatıyoruz farkında mısın” dedi, iç çektik. Önümüzdeki günlerin daha güzel olacağına dair hayaller kurarken hüzünlenmek nedendir?
Biraz önce telefonda, “hayal ettiğimiz şeylerin bir gün olacağına ben bütün kalbimle inanıyorum çakıl” dedi. “Olur tabi marul, yeter ki gönüller bir olsun” dedim.
Gönül gönüle bir kere değdi mi, mesafeler nedir ki...
geçen sene yazdıklarıma baktım. o duygular, o ruh hali daha dünmüş gibi. oysa ben ne çok değişmiş hissediyorum.
gördüğüm o ki, yaşayacağım değişimleri önceden kestiremiyorum. kendimi bir projeymişim gibi kontrol edemiyorum, etmek istediğim de yok zaten. zamanla kendiliğinden oluyor her şey.
ancak geriye dönüp baktığımda görebiliyorum nelerin değiştiğini ve saksıda yeni açmış bir çiçeği farkeder gibi karşılıyorum hepsini.
bu yılki yeni yaş karşılamamda gün boyu güzel sürprizler vardı. en güzeli de, kapıma gelen saksıdaki güldü. saksıda gül alasım vardı ne zamandır, henüz kimselere dememiştim ki o gül kapıma geldi.
sevgili blog, eğer unutursam hatırlat olur mu:
insan isterse her şey olur. eğer gönülden isterse olur... sadece zaman gerekli.
Madem ki bahar, öyleyse vakit yenilenme vaktidir. İster aynı yolda devam et, ister yeni bir yol haritası çiz, ama baharla birlikte yenilen.
Yolun sonunda varılacak bir nokta değil, yolun ta kendisidir dedik hayat. Öyleyse yolun keyfini sür. Bazen ağır ağır demlenerek, bazen aşka gelip serpilerek... Ama illa ki anlamaya çalışarak yolda devam et.
Kopya çekmeden, başkasının cevapları seninmiş gibi yapmadan, kendi sorularına kendi cevaplarını ara. Yüreğine iyi gelenlerle ol.
Yüreğin yorulur gibi olduğu zamanlarda şiirlerden, şarkılardan, türkülerden güç alarak, umudu kaybetmeden, sevinci yitirmeden devam et. Bazen susup izleyerek, bazen dile dökerek, bazen düşüp kalkarak, bazen akıntıya karşı durarak, bazen kabullenip oluruna bırakarak...
Madem ki bahar, öyleyse vakit, sevme vaktidir. Yolda olmayı, yolun kendisini, getirdiklerini, götürdüklerini, getireceklerini sevme vakti.
Sevinci, umudu, hüznü sevgiyle harmanlayıp, yola koyulma vakti.
O günü görmek için sade bekleyeceğiz,
Göreceğiz bir sabah yeşil tomurcukları.
Hazırlanıyor gibi, gökyüzü, ufuk, deniz,
Bir sabah dökülecek baharların baharı.
Bu bahar yalnız mesut günler taşımaktadır,
Başbaşa kalacağız kenarında bir suyun,
Göz alabildiğine yeşil uzanan çayır,
Bir saadet içinde sessiz otlayan koyun.
Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle,
Bir melek ordan bize uzatacak elini.
-Beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle.
Ümitlerin en güzelini!..
Ziya Osman Saba - Baharı Beklerken Yazılmış Şiir
31 Mart 2011 Perşembe
Günlerin, ayların, mevsimlerin ardı sıra yeniden gelmesi gibi, Çetin’in her seferinde Ender’e yemeğin nasıl olduğunu sorması gibi hayat... “hayat tekrarlardan ibarettir” diyordu ya Ender, işte burada da öyle.
Ama sorun değil. Severim ben rutinleri, alışkanlıkları, bildik şeyleri. 11 kahvelerini, 5 çaylarını sevdiğim gibi severim. Sakinlikle, huzurla, bağlılıkla bir ilgisi var rutinlerin. Heyecan yoktur belki ama bilmenin rahatlığı vardır. Gözünü kapatıp sırtını yaslayabilirsin.
Bilmek demişken, bir insanı bilmek de ne güzeldir.
Bilmek güzel de, alışmak sakıncalı ama, di mi blog?
Nereye kime alışsan ayrılıyorsun. Yalan mı?
bu aralar bu konuyu düşünüyorum blog: "bir insanı bilmek". mümkün mü? devam edelim yine sonra. bi ara..
26 Şubat 2011 Cumartesi
Fazla sosyalleşmenin bir yan etkisi var. Konuşulan her kelime kafamda kalıp gürültüye dönüşebiliyor. Fazla seslerden sebep düşünemez hale gelebiliyorum.
Gazetede "boşlukta durup sükunetle düşünmek" satırlarını okuyunca bana neyin iyi geldiğini hatırladım. Bardağıma çilek ve ahududu çayımı koyup çıktım... Huzur aynı yerde bekliyordu.
Şu an her şey ne kadar sakin. Sadece kuşların ve rüzgarın sesi var.
Bir arkadaşım, daha iki hafta evvel, 3 yıllık sevgilisiyle evlilikten konuşuyordu, erkeğin isteği üzerine. Bu hafta ise ayrıldılar, yine erkeğin isteği üzerine. Kız şu an paramparça. Ciddi bir hastalıktan yeni çıktı, kontrolleri hala devam ediyor, ama şimdi yaşamak için motivasyonum kalmadı diyor. Elbette geçecek bu haller ve o hayatına devam edecek. Ama çok zor, birinin diğerinin hayatını bu kadar kolay değiştirebilme gücüne sahip olması ve en hazırlıksız anında karnına yediği bu yumruk ile ayakta durmak çok zor.
...
Bu şarkıdaki aşkın sevgi ve nefret dolu hali bana çok gerçekçi geliyor. Hele Elvis Costello'nunkinden ziyade Fiona Apple'ın yorumu, gerçekliği daha da artırıyor.
Fiona aşık bir kadın olarak başlıyor söylemeye. Başladıktan bir dakika sonra ise bir çizik atılıyor şarkıya... ve kadının kafasına. Buradan itibaren kalbi kırık bir kadının kızgın ve tehlikeli halini çok güzel sahneliyor. Her satırda aşk ve kızgınlıkla sarf edilen sözler, ve her satır ardından tekrarlanan i want you dizesi, severken onu öldürebilecek kadar kızgın olabilmeyi daha iyi anlatamazdı. Ve Fiona bunu öyle güzel sahneliyor ki, sanki söylerken her kadının intikamını alıyor.
Bir dönem çok severdim bu şarkıyı. Şimdilerde ise benim için fazla depresif. Huzuruma dokunuyor. Bir kere dinleyip, yeniden hayran kalıp, kapatıyorum. Ama etrafımda kolayca harcanmış aşk hikayeleri duydukça, aklımda hep bu şarkı çalıyor.
Bilim-kurgudan pek hoşlanmam. Zamanda yolculuk konulu filmlere bu sebeple uzak dururum. Kitabı okumamış, görmemiştim, ki görsem de bu isimde bir kitaba uzak dururdum. Film afişlerini orada burada gördüğümde de aynı sebeple ilgi göstermemiştim. Ama işte geçen sene, gazetelerde film hakkında birkaç olumlu yazı okuyunca, bir şans vereyim demiştim. Nereden bilirdim o sinema salonundan ben o vaziyette, kafamda o düşüncelerle çıkıcam. Öyle sevdim ki filmi, bu senenin ilk günü izleyeceğim filmlerden biri o olsun istedim.
Okumayanlar ve izlemeyenler için, bu, zamanda yolculuğu konu edinen bir kitap ve film değil. Bu, aşkı, beklemeyi, tahammülü, kızgınlığı, kızarken de sevmeyi, kopacak olmayı bilmeyi, birlikte korkmayı, özlemeyi konu edinen, izlerken ince ince sızlatan, gülümseten, aşkın o sıcaklığını, yakınlığını, uzaklığını içinize nüfuz ettiren, her şeye değer dedirten, tüm bunları çok gerçek duygularla anlatabilen, çok ama çok güzel bir aşk hikayesi.
Çok sahnesi var hatırlamak ve tekrar görmek istediğim, ve sizi aşk üzerine düşüncelere sevk eden. Aklımda kalan sahnelerden sadece biri: Henry ve Clare kavga ederlerken, Henry Clare’e, “seçme şansın vardı” dediğinde Clare’in “seçme hakkım hiç olmadı” demesi. Öyledir ya, bir seçim gibi gösterirler aşkı. Halbuki Clare’in seçme şansı yok, çünkü onu daha ilk gördüğü andan itibaren aşık Henry’e, en başından beri onu seviyor, onu bekliyor. Aşka düşmüş bir kere, seçme şansı olur mu hiç bundan sonra. Zor olacağını bilse de, dönüp gidebilir mi. Özleyeceğini bilse de sevmemeyi seçebilir mi.
Nasıl bir hayat seçtiğini biliyor Clare, ama seçme şansı yok işte, aşıkken yok. Hayat hep onu bekleyerek, onu özlemekten yorularak, ve onun yokluğunda ona kızarak geçecek. Ve Clare ona kızdığında bile Henry’i yine Henry ile aldatacak.
Filmin her sahnesini aklıma not etmeye çalışıyorum. Ama en çok, başlangıç sahnelerinde, Clare’in daha küçük bir kızken ağaçların arasında koşması ile, o en son sahnede yine aynı ağaçlıklı yolda bu sefer Henry'e koşması kalıyor.
Öyle güzel bağlantılar, öyle güzel ayrıntılar var ki, ikinci kez izlemek bile büyük keyif veriyor.