22 Şubat 2009 Pazar

hayat...

25 yaşında bir genç kız, araba çarpması sonucu hayatını kaybetti. Fransa'da 4 sene eğitim aldıktan sonra İstanbul'a dönmüştü. Nişanlıydı.

Haberin yanındaki fotoğrafta ne kadar güzel gülümsüyor. Kime gülümsüyordun, ne düşünüyordun o an? Ne hayallerin vardı acaba? Bilebilir miydin hayat böyle kısa olacak? Bilsen başka türlü yaşar mıydın? Neyi farklı yapardın?

Belki de dolu dolu yaşadın 25 yılını. Belki 25 yıla 40 senelik bir hayatı sığdırdın. Kimbilir...

O taksiden inip karşıdan karşıya geçtin. Sonrası yok. Yarın için planların neydi? Belki geç saatte kalkıp öğlene sarkan bir kahvaltı yapacaktın. Sohbet uzayacaktı, telefonlar başlayacaktı ve sen belki sinemaya gitmek için plan yapacaktın. Belki...

Hayat buralarda böyle kısa olur demek bile geçmiyor içimden. Ölüm için hep bir sebep var ne de olsa. Gelişmiş ülkeler ile gelişmemişler arasındaki fark, buralarda ölüm biraz daha basit oluyor.

Hayat kısa, gönlünce yaşa da değil içimden geçen. Demek istediğim, hayat kısa. Yarının garantisi yok. Kırmadan, üzmeden, üzülmeden yaşa.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Mim - Tutunamayanlar, 161. sayfa, 5. cümle

Elektra ve Tavsan sobelemisler. en yakınımda duran kitabın 161. sayfasının 5. cümlesi sual olunmuş (sanki özellikle merak edilmiş gibi geldi kulağa, farkındayım, ama değiştirmeyeceğim çünkü sual olunmuş lafını ilk defa kullanıyorum ve pek bir hoşuma gitti).

en yakınımda, masamda duran kitap 138 sayfa. yatağımın yanında duran ve şu an okuduğum kitaba yöneliyorum. Oğuz Atay, Tutunamayanlar.

bu kitabı 10 sene önce doğumgünümde kuzenime hediye ettirmiştim. evet, zorla. o sene bana hediye alacaklara kolaylık olması için bir hediye listesi hazırlamış ve odamın kapısına asmıştım. şımarıklıktan değil, onlara kolaylık olsun diye, vallahi. kuzenim de o listeden bu kitabı seçmişti.

bunca sene geçti ve ben kitabı okumaya yeni başladım. tamamen salaklığımdan. neden salaklık anlatayım. bir kitap okumaya ya da bir film izlemeye başlamadan önce küçük bir araştırma yapmayı severim. eser hakkında küçük ama önemli bilgileri edinmeye çalışırım ki okuduklarımı bu bilgiler ışığında doğru düzgün yorumlayabileyim. ilk başta fena fikir gibi görünmese de bazen kötü sonuçları olabiliyor bu davranışın. mesela, ister istemez başka insanların eleştirilerini de okuyor ve esere karşı önyargılar edinebiliyorsunuz. ya da işte esere yüklenen önemden dolayı onun dar vakitlerde değil de daha geniş ve rahat zamanlarda okunması gerektiği gibi çoğu zaman gereksiz fikirlere kapılıyorsunuz.

Tutunamayanlar için de böyle bir hisse kapılmıştım. okuduğum yorumlar genellikle kitabın karmaşıklığından bahsediyordu ve ben de bu kitabı okumayı daha geniş zamanlara ertelemiştim. e tabi bir ertelediniz mi gerisi gelir. araya başka kitaplar girer ve o kitabı kitaplığınızda unutursunuz. neyse sonunda kitabı elime aldım.

henüz başlardayım, 142. sayfada. ve kendime kızıyorum bu kitabı bu kadar ertelediğim için. çok zevk alıyorum okurken. Oğuz Atay'ın mizah gücünü de çok beğeniyorum. kitabı okurken gecenin sessizliğinde kıkırdamaya başladığım çok oluyor. özellikle Turgut ve Selim'in birbirlerine laf geçirişlerini zevkle okuyorum. bunun dışında Oğuz Atay'ın mühendis kimliğini de romana aktarışından büyük keyif alıyorum. teknik terimleri romana büyük bir ustalıkla yedirdiğini düşünüyorum. o, bu terimleri açıklarken, ben bunların gerçekten ne olduğunu merak ederek okurken daha bir dikkat kesiliyorum. Bir Bilim Adamının Romanı adlı kitabını da yine böyle okumuştum. hatta o kitaptan fotoelastisitenin ne olduğunu öğrenmiş ve bir sohbet sırasında fotoelastisite lafını kullanmakla kalmayıp açıklamasını da yaparak mühendis kocamı dumura uğratmıştım (bu nasıl bir sohbetti de ben hava atmak için fotoelastisite demiştim hiç hatırlamıyorum!).

kitabın 161. sayfasının 5. cümlesi ise şöyle:

"Her ne kadar Bela Bartok'un aynı biçimdeki arajmanlarını kendisine gösterdimse de, İznik Konseyi ile ilk Ortodoks-Katolik uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık Dünyasının çok sesli müziğin gelişiminde bir uyum sağlamış olması ve dillerinde birçok Türkçe kelime bulunan Macarların bile bu konuda bizden kaçınılmaz bir ayrılığa düşmesi, onun kuşkularını artırıyordu".

böyle bir başına durduğunda pek bir anlam ifade etmeyen bu cümle, Selim'in yazdığı mısralara neden 'türkü' değil de 'şarkı' dediğini açıklamak için yazılmış.

Calanon ve Şule'yi sobeleyerek mektubuma burada son veriyorum.