ilk siyah Amerika Başkanı'nın göreve başlayacağı ve bir çoğumuzun dünya gerçekten de değişiyor diye iyimser laflar ettiği günün hemen öncesinde, THY uçağında bir Amerikalı, uçaktaki Arap yolcuları görünce paniğe kapılıyor ve uçaktan iniyor.
"ayaklarımızı üstüne basıp da döndüğünü bile hissetmediğimiz bu dünyaya hiç yakışmıyoruz" diye yazmıştı bir kitabında Kürşat Başar.
insan var olduğu sürece dünya üzerinde ırkçılık ve düşmanlık bitmez. sadece düşmanın kimliği değişir.
21 Ocak 2009 Çarşamba
14 Ocak 2009 Çarşamba
ıssız adam
en nihayetinde izledim ve çok sevdim. belki beklentilerim biraz yüksekti ve film bunları tam anlamıyla karşılayamadı ama bu da filmin değil, filmi seyretmeden önce okuduğum onca gazete yazısının suçuydu.
neydi mesela kafamda ufak tefek eksiklikler yaratan? bazı detaylar vardı ki (ya da yoktu ki) bunlar hikayenin gerçekliğinden götürdü. gerçeklikten kastım, filmdeki karakterleri idealize etme uğruna gerçeklikten ödün verilmesi. örneğin ben anlayamadım, Ada nasıl oluyor da çocuk kostümleri dikerek hem ev hem de dükkan kirasını ödeyebiliyor. ya da beyoğlu'nda ve giriş katında oturan bu kız geceleyin perdelerini açıp pencere pervazında oturmuş kitap okuyorken nasıl oluyor da sokaktaki kalabak hiç laf atmadan uysal uysal akıp gidiyor. beyoğlu'nun gece kalabalığı öyle değildir çünkü. laf atar, sarkıntılık eder, insanı rahatsız eder. keşke etmese ama eder. hayatın böyle kusursuz gösterilmesiydi beni ara ara rahatsız eden. ama bunlar yine de filmin güzelliğini alıp götüremedi. kalbime dokunmasına engel olamadı.
Ada'yı oynayan Melis Birkan'ı çok beğendim. çok hoş bir kız ama kusursuz değil ve bunu çok sevdim. mükemmel bir yüzü yoktu, örneğin gıdısı çıkıyordu bazen, bazen ağzı hoş olmayacak şekilde kayıyordu. ama işte bu nedenlerden ötürü benim gözümde gerçek bir kız, gerçek bir karakter, gerçek bir sevgiliydi Ada. kusursuz olmayışı onu daha gerçek yapıyordu ve o gerçeklik kazandıkça ben onun güzelliğine daha bir inanabiliyordum.
filmin konusu kısaca, Alper'in, güzel giden bir ilişkiyi berbat etmesiydi, değil mi? biz buna halk arasında 'rahat battı' da deriz. derdin ne diye soruyorsun. gerçekten, derdi neydi Alper'in?
1. yazılanların çoğu, sorumluluktan kaçan erkek diye yorumladı Alper'i. Alper sorumluluklardan kaçarken aslında farkında olmadan hayattan kaçıyordu. mesela birilerinin en sevgili amcası olmak tamamdı, ama baba olma sorumluluğu fazlaydı. hayatı sorumluluklarıyla yaşamaktan kaçıyordu ve bunu yaparken asıl seçtiği, Ada'nın da söylediği gibi, hep başkalarının hayatından ödünç almaktı. bu ise aslında hayatın kenarında köşesinde kalmaktı. başkalarının çocuklarını gezdirmek, başkalarının çocuklarının fotoğraflarını duvara asmak gibi... Alper sorumluluklardan kaçarken aslında hayatı ıskalıyordu.
2. işin içinde çokça bencillik de vardı. Alper, kendi hayatının en önemli öğesi olarak sadece ve sadece kendini seçiyordu. onun yapamadığı, kendisini kendinden başka birine, Ada'ya adamaktı. belki bir aşkın kalıcılığının en önemli noktası da bu. kendini sadece kendine adamak isteyen bir insan, gönüllü olarak ıssızlığı seçer. Alper, hayatında Ada'nın varlığının kalıcı olmasının, kendi benmerkezci hayatından vazgeçmek demek olduğunu biliyordu ve bunu yapamadı. ıssızlığı seçti. hani ingilizce'deki deyimle kendi başına bir ada olmayı seçti. ama işte kendi kendine bir hayat, Alper'in o son karşılaşmalarında içinden geçirdiği kadar olabiliyordu ancak. hep eksik.
3. ve yabancılaşma konusu. Alper ailesinin övünerek izlediği pek çok şey başarmış ama bu yolda ilerlerken kendine farklılaşmış. Alper'in artık mükemmel bir evi, mükemmel bir işi ve mükemmel bir hayatı var ama belki telaşından belki de bunları elde ederken bazı değerleri yolda kaybettiğinden artık başka biri olmuş. annesini seviyor elbette ama annesinin ona hatırlattığı değerler artık ona o kadar uzak ki, annesinin varlığı bile bir yük yaratıyor onda. uzaktan annesini arayıp soracak ya da onun hesabına para yatıracak kadar düşünceli bir evlat, ama annesi evine kalmaya geldiğinde ruhu sıkışıyor. çünkü başka şeyler hatırlatıyor annesi ona. gerçekte kim olduğunu, nereden geldiğini. ve artık kendine ne kadar yabancı ki, çocukluk arkadaşının düğününde bir dakika bile duramıyor. utanıyor, sıkılıyor Alper. başka biri olmuş ve bir zamanlar olduğu kişiyi hatırlatan herkes onu huzursuz hissettiriyor. bundan ne tam anlamıyla kaçabiliyor, ne de aslında kaçmak istiyor. ama sıkışmış işte. çok zor be anne deyip duruyor. zor, çünkü içinden atamayacağı şeyleri inkar etmekle geçiriyor hayatı.
4. inkar etmek, huzursuzluk, tahammülsüzlük getiriyor. ne var işte bırak annen ayakkabılarını kapının yanında bırakıversin, mükemmel evinin havasını ne kadar bozabilir ki? ya da bırak masaya su dökülüversin. bırak biraz kusurlu olsun hayat. bırak çünkü sen ne kadar bırakmassan o, o kadar akamıyor işte. sen de boğuluyorsun, etrafındakiler de.
herşey Alper'in kendi tercihi ama yine de için burkuluyor. Alper'e kızmak istiyorsun ama tam olarak kötü biri değil ya, oh olsun diyemiyorsun onun mutsuzluğu karşısında. ve Ada'nın insanın kalbine dokunan o son sözleri. onun sevgisi, geçen zamanı anlatırken ona sevgilim diye hitap etmesi, bilmiyordun ama sen hep kollarımdaydın, dizimdeydin derken ki şefkati. o sırada Alper'in sahip olduğu herşey, o mükemmel hayat tüm anlamını yitiriyor. yalnızken mükemmel bir hayatın ne önemi var ki.
üzülüyorsun, vakit geç olmuş ya...
neydi mesela kafamda ufak tefek eksiklikler yaratan? bazı detaylar vardı ki (ya da yoktu ki) bunlar hikayenin gerçekliğinden götürdü. gerçeklikten kastım, filmdeki karakterleri idealize etme uğruna gerçeklikten ödün verilmesi. örneğin ben anlayamadım, Ada nasıl oluyor da çocuk kostümleri dikerek hem ev hem de dükkan kirasını ödeyebiliyor. ya da beyoğlu'nda ve giriş katında oturan bu kız geceleyin perdelerini açıp pencere pervazında oturmuş kitap okuyorken nasıl oluyor da sokaktaki kalabak hiç laf atmadan uysal uysal akıp gidiyor. beyoğlu'nun gece kalabalığı öyle değildir çünkü. laf atar, sarkıntılık eder, insanı rahatsız eder. keşke etmese ama eder. hayatın böyle kusursuz gösterilmesiydi beni ara ara rahatsız eden. ama bunlar yine de filmin güzelliğini alıp götüremedi. kalbime dokunmasına engel olamadı.
Ada'yı oynayan Melis Birkan'ı çok beğendim. çok hoş bir kız ama kusursuz değil ve bunu çok sevdim. mükemmel bir yüzü yoktu, örneğin gıdısı çıkıyordu bazen, bazen ağzı hoş olmayacak şekilde kayıyordu. ama işte bu nedenlerden ötürü benim gözümde gerçek bir kız, gerçek bir karakter, gerçek bir sevgiliydi Ada. kusursuz olmayışı onu daha gerçek yapıyordu ve o gerçeklik kazandıkça ben onun güzelliğine daha bir inanabiliyordum.
filmin konusu kısaca, Alper'in, güzel giden bir ilişkiyi berbat etmesiydi, değil mi? biz buna halk arasında 'rahat battı' da deriz. derdin ne diye soruyorsun. gerçekten, derdi neydi Alper'in?
1. yazılanların çoğu, sorumluluktan kaçan erkek diye yorumladı Alper'i. Alper sorumluluklardan kaçarken aslında farkında olmadan hayattan kaçıyordu. mesela birilerinin en sevgili amcası olmak tamamdı, ama baba olma sorumluluğu fazlaydı. hayatı sorumluluklarıyla yaşamaktan kaçıyordu ve bunu yaparken asıl seçtiği, Ada'nın da söylediği gibi, hep başkalarının hayatından ödünç almaktı. bu ise aslında hayatın kenarında köşesinde kalmaktı. başkalarının çocuklarını gezdirmek, başkalarının çocuklarının fotoğraflarını duvara asmak gibi... Alper sorumluluklardan kaçarken aslında hayatı ıskalıyordu.
2. işin içinde çokça bencillik de vardı. Alper, kendi hayatının en önemli öğesi olarak sadece ve sadece kendini seçiyordu. onun yapamadığı, kendisini kendinden başka birine, Ada'ya adamaktı. belki bir aşkın kalıcılığının en önemli noktası da bu. kendini sadece kendine adamak isteyen bir insan, gönüllü olarak ıssızlığı seçer. Alper, hayatında Ada'nın varlığının kalıcı olmasının, kendi benmerkezci hayatından vazgeçmek demek olduğunu biliyordu ve bunu yapamadı. ıssızlığı seçti. hani ingilizce'deki deyimle kendi başına bir ada olmayı seçti. ama işte kendi kendine bir hayat, Alper'in o son karşılaşmalarında içinden geçirdiği kadar olabiliyordu ancak. hep eksik.
3. ve yabancılaşma konusu. Alper ailesinin övünerek izlediği pek çok şey başarmış ama bu yolda ilerlerken kendine farklılaşmış. Alper'in artık mükemmel bir evi, mükemmel bir işi ve mükemmel bir hayatı var ama belki telaşından belki de bunları elde ederken bazı değerleri yolda kaybettiğinden artık başka biri olmuş. annesini seviyor elbette ama annesinin ona hatırlattığı değerler artık ona o kadar uzak ki, annesinin varlığı bile bir yük yaratıyor onda. uzaktan annesini arayıp soracak ya da onun hesabına para yatıracak kadar düşünceli bir evlat, ama annesi evine kalmaya geldiğinde ruhu sıkışıyor. çünkü başka şeyler hatırlatıyor annesi ona. gerçekte kim olduğunu, nereden geldiğini. ve artık kendine ne kadar yabancı ki, çocukluk arkadaşının düğününde bir dakika bile duramıyor. utanıyor, sıkılıyor Alper. başka biri olmuş ve bir zamanlar olduğu kişiyi hatırlatan herkes onu huzursuz hissettiriyor. bundan ne tam anlamıyla kaçabiliyor, ne de aslında kaçmak istiyor. ama sıkışmış işte. çok zor be anne deyip duruyor. zor, çünkü içinden atamayacağı şeyleri inkar etmekle geçiriyor hayatı.
4. inkar etmek, huzursuzluk, tahammülsüzlük getiriyor. ne var işte bırak annen ayakkabılarını kapının yanında bırakıversin, mükemmel evinin havasını ne kadar bozabilir ki? ya da bırak masaya su dökülüversin. bırak biraz kusurlu olsun hayat. bırak çünkü sen ne kadar bırakmassan o, o kadar akamıyor işte. sen de boğuluyorsun, etrafındakiler de.
herşey Alper'in kendi tercihi ama yine de için burkuluyor. Alper'e kızmak istiyorsun ama tam olarak kötü biri değil ya, oh olsun diyemiyorsun onun mutsuzluğu karşısında. ve Ada'nın insanın kalbine dokunan o son sözleri. onun sevgisi, geçen zamanı anlatırken ona sevgilim diye hitap etmesi, bilmiyordun ama sen hep kollarımdaydın, dizimdeydin derken ki şefkati. o sırada Alper'in sahip olduğu herşey, o mükemmel hayat tüm anlamını yitiriyor. yalnızken mükemmel bir hayatın ne önemi var ki.
üzülüyorsun, vakit geç olmuş ya...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)